Kapı zilini çalmadan öce son kez üzerime bakıp krem süet elbisemin düzgün olup olmadığını kontrol ettim. Kendimi o kadar gerin hissediyordum ki bacaklarımın hala beni taşıyor olması bile mucizeydi. Çünkü her an yığılacakmış gibi hissediyordum. Çünkü Sehun'un evinin kapısının önündeydim.
Bugün bana merak ettiğim her şeyi anlatacağını ve göstermesi gereken şeyler olduğunu söylediği için burada buluşacaktık. Beynimin sapık tarafı pul koleksiyonumu acaba diye düşünse de onun öyle birisi olmadığını biliyordum.
İstemediğim bir şeyi yapacak kadar alçak bir adam değildi o ama ya ben öyleysem? Pek güvenmiyordum şimdi.
Kalbim gümbür gümbür atıyor, elim zilin oralarda amaçsızca dolaşıyor, havada kalıyor, bir türlü o tuşa dokunamıyordu. Ben kendimle mücadele ederken pat diye açılan kapıyla ansızın geriye doğru sıçradım. Ayağımdaki 10 cm topuklularla düşmememin imkanı yoktu. Tabiki Sehun tutmasaydı.
Sağ kolunu belime dolayarak beni sıkı sıkı tutarken dengemi bulur bulmaz kollarında doğruldum. "Burada olduğumu nereden biliyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.
Şekilli dudakları yarım hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. "Yarım saattir kameradan seni izliyordum." dedi gülümseyerek. "O kadar çok tereddüt ettin ki en son kaçıp gitmeyesin diye seni böyle karşılamak zorunda kaldım."
Omo?! Bütün rezilliğimi görmüştü o zaman. Of ya. Daha maç başlamadan gol yemiştim. Hiçbir şey olmamış gibi boğazımı temizleyip, elimle antredeki vazoyu işaret ederek "Aaa.. Ünlü Joseon seramikçisi Cho Park Sik'in vazosu değil mi bu?" Diye sorarak aradan içeri doğru sıvıştım.
Arkamdan gelirken gülmemek için kendini zor tuttuğuna bahse bile girerdim. "Evet. O."
"Aynı orjinali gibi." Dedim ayakkabılarımı çıkarıp salona geçerken.
"Orjinali zaten." Diyerek karşılık verdi anında.
Şaşırma sırası hala bendeydi anlaşılan. Eğer Sehun doğruyu söylüyorsa bu vazo milyon dolarlar değerinde olmalıydı. Sırf bunun parasıyla bile Afrikadaki bir kabilenin yıllık geçimi sağlanabilirdi.
Geegin bir şekilde yumuşak gri renkli L koltuğa otururken kafamdan binbir çeşit düşünce geçiyordu.
Açık mutfakta fincanlara kahve koyan Sehun'a baktım. Tarihi eser kaçakçılığı falan yapıyor olabilir miydi?
Ben gözlerimi kısmış bir şekilde onu süzüp düşüncelere dalarken Sehun çoktan kahveleri hazırlayıp yanıma gelmişti.
Bardakları orta sehpaya koymadan önce hala ayaktayken durup bana baktı. "Bu bakışı biliyorum Hanna." Dedi gözlerini devirerek. "Komplo teorisi üretme kafanda. Vazo dedemlerin müzesinden. Doğum günü hediyem."
Doğum gününde 300 yıllık vazo alan bir erkek. Ne kadar otantik.
O bardakları sehpaya bırakıp yanıma oturunca elimle kalın kitap gibi duran şeyi işaret edip ne olduğunu sordum.
Gozlerine yerleşen durgunluk ve kederle cevap verdi. "Tüm trajik hayatımı icinde bulunduran bir albüm."
Anlamamış bir sekilde ona baktım. Ruh hali birden bire değişmişti. Kupasından bir yudum aldıktan sonra albümü açmamı işaret edince, ağır kadife kapağını kaldırıp ilk sayfadaki resimlere baktım.
Onun bebeklik resimleriydi bunlar. Parmaklarımı küçük Sehun'un yüzünde gezdirdim. Yüzüme amaçsız bir sırıtış yerleşmişti. "Cok tatlı. " dedim Sehun'a dönerek.
Ne kadar zamandır olduğunu bilmediğim bir zaman boyunca bana izliyor olmalıydı çünkü kafamı çevirdiğimde gülümseyerek bakan yüzü ile karşı karşıya kaldım.
Sonrasında ise hemen kafamı çevirip albüme döndüm tekrardan. Ben albüme bakarken o benim albüme bakışıma bakıyordu. Görmesem bile hissediyordum.
Onun yüzünden kalbim tam zamanlı mesaisine devam ederken, midemdeki kelebekler de bu senfoniye eşlik etmeye karar vermişti. Yakında, sakladığı boyaları çıkararak kızaran yanağım da bu maceraya ortak olursa kadro tamamlanacaktı.
"Kes şunu. " diyerek sızlandım. "Senin yüzünden konsantre olamıyorum. "
"Tamam tamam." Dedikten sonra o da albüme bakmaya başladı. Ailesinin Ingiltere'de yaşadığından, babasının üniversitede profesör olduğundan, annesini küçük yaşta kaybettiğinden bahsetti.
Annesini kanserden kaybettiğini duyduğumda kalbimden inceceik bir sızı geçti. Onu nasıl sevdiğini fotoğraflarına bakışından görebiliyordum.
Kafamı çevirip baktığımda bi an için gözümde 9 yaşında annesini kaybetmiş, oyuncak ayısını kucağına bastırıp ne olduğunu idrak etmeye çalışan küçük bir çocuk belirdi gözlerimin önünde. Kim bilir nasıl zorlanmıştı.
O keskin köşeli pürüzsüz çehresine yerleşmiş sarsılmaz duruşu bir maskeydi belki de.
Kendimi toparlayınca albümdeki bir diğer sayfaya geçtim. Şüphesiz bugünün beni en çok şaşırtan fotoğrafı da bu sayfadaydı.
Beni şoka ugratan resme dikkatle baktım. Yemyeşil çimenlerin üzerinde bir kız altın sarısı saçlarıyla parlak bir şekilde gülüyordu. Kızın hemen sağ bitişiğinde oturan Robin sol elini kızın gözlerine güneş gelmesin diye ona siper etmişti. Sağ tarafinda oturan Sehun ise sırtı kızın omzuna değecek şekilde geriye doğru eğik bir açıyla uzanmış, elleri ile kendini yerden desteklemisti.
Ben yüzümü Sehun'a dönüp sorar bir şekilde ona bakarken, o kilitlenmiş gibi fotoğrafa bakmaya devam ediyordu.
"Isabella." Diye fısıldadı acı dolu bir sesle. Ardından neredeyse duyulmayacak bir tonda ekledi. "Benim yüzümden öldü. "
***
Woow. Ne bölüm oldu yahu.
Cok uzun olacağı için bu bölümü iki part halinde yayınlamaya karar verdim. Sindire sindire okumanızı istiyorum. :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Fairytale • Sehun •
FanficBir peri masalında yaşıyorsun prenses. Ama burası harikalar diyarı değil ve ben de prens değilim.