Yağmur damlaları o kadar sık bir şekilde yeryüzüne düşüyordu ki gökyüzünden sarkan upuzun bir ip gibi gözüküyorlardı. Uzaktan duyulan gök gürültüsü giderek yaklaşıyordu, ağaç yapraklarını hışırdatan rüzgar ürpertici bir uğultu eşliğinde esmeye devam ediyordu.
Bekçi kulübesini görmek için gözlerimi kısarak etrafımda döndüm, yağmur görüş alanını epey kısıtlıyordu ve üzerinde durmakta zorlandığım kırık topuk da işleri zora sokuyordu. Sonunda kulübenin bacasından tüten gri duman ormana giderek yayılan sisten ayırt edilince kulübenin yalnızca birkaç metre ileride olduğunu anlayarak rahatladım. En azından sendeleyerek uzun bir yol yürümem gerekmeyecekti. Paulo'ya bekçi kulübesinde olacağımı mesaj attıktan sonra sırılsıklam olan telefonu ıslak avcumun içinde daha fazla ıslanmaması için gizlemeye çalıştım ancak bozulmayacağından şüpheliydim.
Ayaklarımı sürüyerek kulübenin tahta kapısının önüne ulaştığımda daha fazla ıslanmamak için beklemeden kapıya vurdum. Önce herhangi bir hareketlenme olmadı fakat yaklaşık bir dakika sonra kalın bir erkek sesinin, "Kim o?" diye sorduğunu duydum.
"Kapıyı açar mısınız lütfen?" diye sordum acınası çıkan sesimle. "Yardıma ihtiyacım var."
Kapının yanındaki camın üzerindeki perde hafifçe aralandı ve bir çift gözün beni süzdüğünü gördüm. Birkaç saniye sonra kapı hafifçe aralandı ve burnumun ucuna doğrultulan bir silahla karşılaştım. Doğru ya, kasabayı birbirine katan bir seri katilimiz ve neden olduğu bir panik vardı.
"Silahsızım," dedim ellerimi kaldırmaya çalışarak ancak aniden zonklayan bileğim buna izin vermedi. Acıyla inleyerek parmaklarımı bileğimin etrafına sardım. Yırtılmış, üzerinden su damlayan elbisem, kırık topuğum, akmış makyajım, birbirine girmiş saçım, kırık –veya çatlamış- bileğim, kızarmış gözlerim ve titreyen sesimle o kadar da tehditkar görünmüyor olmalıyım ki adam beni görür görmez silahını yavaşça indirdi. Anlaşılan potansiyel seri katil tiplemesine uymuyordum.
Yine de içeri geçmem için geri çekildiğinde hareketlerimi dikkatlice izlediğini görebiliyordum. Kapıyı ardımızdan kapattığında dışarıdan esen dondurucu rüzgar kesildi ve sobadan yayılan sıcaklık bedenime bir ağırlık çökmesine neden oldu. "Beni alması için birini çağırdım," diye açıkladım, "yalnızca o gelene kadar kalacak bir yere ihtiyacım vardı, burada kalmamın sizin için bir sakıncası var mı?"
"Hayır elbette," dedi adam nezaketle, "kalabilirsiniz." Sağ köşedeki koltuğun üzerindeki battaniyeyi alıp bana doğru getirirken etrafa göz atma fırsatım oldu. Fazlasıyla küçük bir kulübeydi, duvarlar kirli bir beyaza boyanmıştı ve duvarın bazı yerleri dışarıdan su aldığından dolayı hafifçe kabarmıştı. Ortadaki sobanın üzerindeki cezveden buhar çıkıyordu, bunun dışındaki tek eşya koltuk, masa, sandalye ve küçük bir televizyonla buzdolabıydı. Solda duran plastik, küçük kapı tuvalete açılıyor olmalıydı. Pencereler kalın, koyu bordo, kadife perdelerle örtülüydü. Yine elektrik kesintisi olmalıydı çünkü küçük odayı aydınlatan şey masanın üzerinde duran bir gaz lambasıydı.
Adam oturmam için koltuğu işaret ettiğinde ıslak elbisemin koltuğu mahvetmesine aldırmadan oturdum çünkü çok bitkin hissediyordum. Elindeki battaniyeyi sobanın önünde biraz ısıttıktan sonra bana uzattı. Teşekkür ederek battaniyeyi aldıktan sonra omuzlarıma örttüm. Buz gibi bedenime, yumuşacık battaniyeden yayılan sıcaklık temas ettiğinde tenim karıncalandı.
Pille çalışan küçücük bir radyodan kısık sesle klasik müzik çalıyordu. Yaşamak için epey huzurlu bir yer gibi gözüküyordu. En azından gece boyunca durmaksızın koşuşturmanın ardından.
Adam elindeki bir fincan sıcak çayı bana uzatırken adımı sordu. Soğuktan buz tutan parmaklarımla sıcak fincanı adamın elinden alırken, "Jacqueline," dedim, "çay için teşekkürler."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GECENİN KORUYUCUSU
FantasySessizliğin çığlıklarını duyabildiğinde, gecenin aslında sandığından çok daha karanlık olduğunu görürsün. Ve karanlığı aydınlatacak bir ışık ararken kendini aşağıda seni sonsuzluğa karıştırmak için hazır bekleyen dev dalgaların olduğu uçurumun kenar...