Gözlerini açtığında yatağında yatıyordu Seohyun. Odası, komodinin üzerindeki küçük gece lambasının mor ışığıyla aydınlanmıştı. Duvardaki klasik saat ise gecenin ikisini gösteriyordu. Doğrulduğunda üzerindeki siyah geceliği gördü. Böyle bir geceliği olduğunu hiç hatırlamıyordu, siyah onun tarzı değildi. Daha yumuşak, daha canlı renkleri severdi; ametist rengi gibi. Yavaş adımlarla odasından çıktı. Büyük salondan gelen ışık televizyonun açık olduğunu gösteriyordu fakat salona baktığında kimseyi göremedi. Kumanda televizyonun karşısındaki çift kişilik koltuğun üzerindeydi. Seohyun televizyonu kapatmak için düğmeye bastığında televizyon cızırtılı bir sesle kapandı. Çıplak ayakla merdivenden çıkarken evin içindeki sessizlik tüylerini diken diken etti. Soğuk bir hava, el değmemiş bir ıssızlık vardı evin içinde. Yıllardır kullanılmayan, duvarları örümcek ağıyla kaplanmış bir evin soğuk zemininde yürüyormuş gibi hissetti. Her adımda ev daha da yabancı geliyordu ona. Jongdae'nın odasının önünde birkaç dakika bekledi. Daha sonra kararlılıkla kapıyı tıklattı ve yavaşça araladı. Jongdae odada değildi, yatağı hiç bozulmamıştı odasının penceresi ise açıktı. Pencerenin önüne gelip aşağıya, evin bahçesine baktı Seohyun. Jongdae oradaydı.
Yavaşça çıktığı merdivenleri bu kez hızla indi. Odadan çıkarken sırtına geçirdiği siyah renk sabahlık omzundan aşağı kayıp kollarında durdu. Onu düzeltmekle vakit kaybetmedi. Evin kapısı tok bir sesle kapandığında Seohyun bahçede yürümeye başladı. Jongdae'nın arkası dönüktü, elleri pantolonunun cebindeydi. Seohyun gördüğü manzara karşısında gülümsedi. Ona doğru bir adım attığında olduğu yerden bir adım daha geriye gitti. Her adımı onu daha da geriye götürürken Jongdae'ya seslendi fakat Jongdae onun sesini duymadı. Rüzgâr ağzından dökülen kelimeleri alıp uzağa götürüyordu. Güçlenen rüzgâr Seohyun'un saçlarını hoyratça savururken sesini de bir fısıltıya çevirdi. Ne olduğu yerden bir adım ileri gidebiliyor ne de Jongdae'ya sesini duyurabiliyordu. Tükenmişlikle yere çöktü. Kendine bunun bir rüya olduğunu ve uyanması gerektiğini söyledi. Jongdae'nın onu duymadığı, varlığını hissetmediği bir zaman dilimi gerçek olamazdı. Kendisine sürekli aynı sözleri tekrarladı ta ki kafasını kaldırıp Jongdae'yı olduğu yerde göremeyinceye kadar.
"Kan basıncı düşüyor!" dedi monitöre bakan ameliyathane hemşiresi. "İki ünite daha kan getirin o zaman!" diye bağırdı doktor. Hemşirelerden biri kan getirmek için ameliyathaneden çıkarken diğeri monitörden gözünü ayırmadı.
Ameliyathanenin önünde beklerken gözleri tekrar doldu Jongdae'nın. Kafasının içinde sürekli aynı sahne canlanıyordu. Beyaz elbisesi kanlar içinde kalmış Seohyun kollarının arasındaydı ve Jongdae'nın elinden hiçbir şey gelmiyordu. Sevdiğin birinin acı içinde kaldığını görmek en zoruydu çünkü o acıyı söküp kendisine alamıyordu. Ameliyathanenin kapısı açıldığında heyecanla oturduğu yerden kalktı ama aralanan kapıdan çıkan hemşire onlara hiçbir şey söylemeden uzun koridorda koşmaya başladı. Sessiz bekleyiş onu çılgına çevirirken koridorun başında duran anne ve babasını gördü. Annesi, babasının koluna girmişti ve gözlerinde yaşlar vardı. Jongdae'nın karşısındaki koltuğa oturdular. Annesi yaşlı gözleriyle ona baktı fakat Jongdae yüzünü çevirdi.
Leo sırtını yasladığı duvardan çekti ve sakin adımlarla Jongdae'nın yanına ilerledi. Dört saattir ameliyathanenin önünde bekliyorlardı. "Biraz temiz hava almak ister misin?" diye sordu. "Hayır, buradan ayrılmayacağım." Jongdae'nın cevabında küçücük bir değişme payı bile yoktu. Leo bunu fark ettiğinden ısrar etmedi. "En azından ailenin yanında olmasına izin ver." dedi. "Onlara ihtiyacın var, bunu sen de biliyorsun."
Jongdae kafasını kaldırıp ona baktı, Leo haklıydı. Ailesine ihtiyacı vardı. Küçükken deniz kenarında kumdan yaptığı kuleleri dalgalardan korumak için kulelerin önüne yatıp bedenini dalgalara siper eden babasına, parmaklarını piyanonun arasına sıkıştırıp ezmesine rağmen Jongdae'nın yılsonu gösterisinde piyano çalan annesine. Şimdi savunmasız ve korkuyorken ihtiyacı vardı onlara. Bir müddet yaşadığı tereddütten sonra onlara doğru bir adım attı. Annesine sarıldığında tuttuğu gözyaşları bir bir döküldü gözlerinden. Hıçkırıklarını annesinin omzunda susturdu. Babası da onlara sarılmıştı. Üç kişilik küçük aile dördüncü üyeleri için sabaha kadar dua etti.
Ameliyathanenin kapısı sabah saat yediye doğru açıldı. Jongdae başını annesinin dizinden kaldırıp ameliyathaneden çıkan doktorun yanına koştuğunda doktor yüzündeki maskeyi indirdi. Endişe Jongdae'nın kalbine ve yüzüne kazınmıştı. Bu endişeyi söküp atan doktorun sıcacık gülümsemesi oldu. Elini Jongdae'nın omzuna koyup "Tek sayılardan ben de nefret ederim, hayatta her şeyin bir yansıması, bir eşi vardır. Eşin seni yalnız bırakmadı." dedi. Jongdae gülümsemesinin arasında Seohyun ameliyata girmeden hemen önce elini tutup 'Beni yalnız bırakmayacaksın değil mi? Biliyorsun tek sayılardan nefret ederim.' dediğini hatırladı. "Peki, ne zaman görebilirim onu?" Doktor "Hemen şimdi." dedi Jongdae'nın gülümsemesi yüzünün her yanına yayılırken.
Yoğun bakım hemşirelerinin ona verdiği mavi önlüğü giyerken Seohyun'a söylemek istediklerini aklındaki ipe dizdi Jongdae. Hemşirenin uzattığı maske düşüncelerini bölmeden önce Seohyun'u ilk gördüğü güne gitmişti aklı. Onu ilk gördüğü günde Seohyun, çalıştığı restoranın girişindeki üç basamaklık merdivende hüngür hüngür ağlıyordu.
Hemşire "Beş dakikanız var." dediğinde "Tamam." diye cevap verdi. Seohyun'un kaldığı odanın önünde derin bir nefes aldı ve içeri girdi. Seohyun'un saçları yastığın üzerine dökülmüştü, ağzında solunum cihazı vardı. Sağdaki cihazlardan gelen ritimli sesler Jongdae'nın içini rahatlatıyordu. Yatağın başına geldiğinde Seohyun'un kolunu gördü, sargılıydı. Bileğine bağlı olan ipten kurtulmaya çalışırken kesilmişti. Ambulansın içindeyken Jongdae gözyaşlarının arasında Seohyun'un bileklerine öpücükler kondurmuştu. Tıpkı küçükken düşüp dizini yaraladığında annesinin ona yaptığı gibi. Seohyun'un sağ elini ellerinin içine aldıktan sonra "Özür dilerim." dedi. "Eğer gururumu yıkabilseydim, bugün burada böyle yatmayacaktın. Umarım uyandığında beni affedebilirsin." Gözünden gelen hüzün tohumunu elinin tersiyle sildikten sonra devam etti. "Annem haklıymış, kazadan sonrasını tek başıma atlamazmışım. Eğer sen olmasaydın geçmişin benim için kazdığı çukurda kaybolur giderdim." Gözleri Seohyun'un yüzünde gezindi, her bir noktasını ezberlercesine bakıyordu.
"Biliyor musun?" dedi Jongdae. "Benim için karanlığın içinde yakılan bir mum gibiydin. Göz alıcı bir şekilde parlıyordun. Işığın öyle güçlüydü ki ona kapılmamam imkânsızdı." Ellerini Seohyun'un saçlarında gezdirdi, yumuşacıktı. Kirpiklerinin hareket edişi, göğsünün hafifçe inip kalkışı... Hepsi Jongdae'yı bir yandan rahatlatırken bir yandan da büyülüyordu. "Beş dakikanız doldu." Hemşirenin sesiyle kendine geldi Jongdae. "Tamam." dedi. "Birazdan çıkıyorum."
"Uyandığında... Uyandığında seni kiraz çiçeklerini görmeye götüreceğim. Babaannem derdi ki: "Eğer yılın açan ilk kiraz çiçeklerinin altında dolaşırsan tüm yılın uğurlu geçer." Bu sözün doğru olup olmadığını beraber öğrenelim." Seohyun'un alnına küçük bir öpücük bıraktıktan sonra odadan çıktı.
Şuraya da doktordan aldığı haberle sevinç dansı yapan bir adet Jongdae koyalım :D Finale adım adım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cook | Kim Jongdae
Teen Fiction"Yemekte ne var?" "Yahni yapacağım." Elindeki elmayı gürültüyle yiyen Jongdae'ya döndü Seohyun. "Bil bakalım malzeme ne?" Sıkıca tuttuğu bıçağın ucunu ona çevirmişti, Jongdae zorlukla yutkundu. Kısa bir sessizlikten sonra Seohyun'dan hırıltılı bir...