İYİ OKUMALAR!
''Hala konuşmuyor mu?''
''Hayır, ne yaptıysam konuşturamadım. 2 haftadır sadece yere oturmuş dışarıyı izliyor, yemek yemiyor, sadece su içiyor, o da zorla. Bir şey olacak diye çok korkuyorum.'' ''Birde ben bakayım.'' Kapı çaldı, ardından içeri biri girdi. ''Ada?'' Kapı kapandı, bu sefer ayak sesleri duyuldu, saniyeler sonra tam karşıma Deniz oturdu. ''Dinmiyor değil mi? Hiçbir düşünce ölümü unutturmaya yetmiyor.'' cevap vermedim. 2 haftadır hiçbir gelenle konuşmuyor, gelen onca psikoloğa rağmen konuşmamak için direniyordum. Direnmekten ziyade içimden gelmiyordu. Öylece dışarıya bakıyordum çünkü hayat benim için durmuştu. Çünkü Annem ölmüştü. Annem ölmüştü. Sadece beş harfe sığdırılan ölüm, Dünyanın en güçlü kadınını almıştı benden, bizden. Annem 'Güçlü değilsen bile, güçlü gibi görüneceksin. Karşına çıkan bir insana bile güçsüz, çaresiz olduğunu gösterirsen, hayattan hep bir darbe yemek zorunda kalırsın.' derdi hep. Bu yaşıma kadar ne kadar güçlü görünsem, dimdik ayakta dursam da hayattan zaten hep bir darbe yemiştim, ama yine de annemin dediğini yapmıştım. Artık şöyle bir sorun vardı. Uğruna güçlü durabileceğim bir annem yoktu. Esas sorunda buradaydı. ''Daha ne kadar konuşmayacaksın, bir ay, bir yıl, bir ömür?'' yine cevap vermedim. ''Bu yaptığın bencillik. İkimizin arasındaki farka bak! En ufak bir olayda kalkanlarını indiriyorsun. Evet bazen çok güçlü gibi davranıyorsun, ben bile şaşırıyorum. Ama günün sonunda yatağında nasıl ağladığını ben biliyorum Ada. Evet annem öldü, evet senin kadar bende üzgünüm. Ama şu halime bir bak, her şeye rağmen ayaktayım! Her şeye rağmen yine yanındayım. Başkası olsa seni bu kadar düşünür mü zannediyorsun? Başkası olsa senin için bu kadar üzülür mü? Ölen benimde annem! Yeter kendine gel artık!'' bağırmıyordu ama sözleri sertti. Yine cevap vermedim. Bu sefer elini çeneme koydu ve kafamı kendine çevirdi. Tepki vermedim. ''Bak bana. Yüzüme bak! Gözlerimi görüyor musun? Bu kızarıklıklar sadece annem öldüğü için ağladığımdan değil. Bu kızarıklıklar senin yerine de ağladığım için! Çok mu güçlüyüm zannediyorsun? Senide toparlarım diye mi düşünüyorsun? Yapamam anlıyor musun, artık yapamam. Gücüm kalmadı!'' gözlerim dolmuştu evet, ama ağlamamıştım. Belkide haklıydı. Belkide artık kendime gelmem gerekiyordu ama yapamıyordum. Annem yokken olmuyordu. Sadece yüzüne baktım. Oda aynısını yaptı. Artık bende güçlü kalamıyordum. Çünkü sıfırı tüketmiştik. Aklımdan annemin ölümü hiç gitmiyordu. Düşündükçe deliriyor, annemin o adam yüzünden öldüğü aklıma geldikçe sinirden kendime, etrafıma zarar verecek hale geliyordum. Belkide artık buna da son vermem gerekiyordu. Belkide kendime bir son vermem gerekiyordu. ''Pekala, öyle olsun.'' ayağa kalktı, çıkışa ilerledi, kapıyı açtı, odadan çıktı ve kapıyı tekrar kapattı. Bense kafamı tekrardan cama yasladım. Annemin öldüğünü anladığım günden beri burada sadece oturup dışarıyı izliyordum. Cenazeye gitmemiştim. Çünkü esas o zaman dayanamazdım. Onu son kez görmeye, helede beyaz bir örtünün içinde görmeye hiç dayanamazdım. Üzerine toprak atılırken feryat figan ağlardım belkide. Belkide sadece izlerdim, bilmiyorum.
İki haftalık süre zarfında yanıma uğramayan insan kalmamıştı. Poyraz... O zaten yanımdan bir saniye bile ayrılmıyordu. Benim için ne kadar endişeli olduğunu anlıyordum. Bende kendim için endişeliydim. İyice yerle bir olmaktan, bu sefer toparlayamamaktan korkuyordum. Belkide korktuğum başıma gelecekti, belkide bu sefer olmayacaktı. Mutlu olmak gerçekten bu kadar zor muydu? Anlayamıyordum. Tekrar kapı açıldı. Kim olduğunu görmüyordum ama anlayabiliyordum. Birkaç saniyenin ardından karşıma oturan kişi tespitimi doğrulamıştı. Gelen Poyrazdı. ''Seni konuşman için zorlamayacağım. Ama sesini özledim.'' normalde olsa onun 'özledim' cümlesi beni benden alabilirdi ama şuan buna tepki verme gereği duymuyordum. iki haftada bende kendi sesimi unutmuştum. Sesimi, saçlarımı, görünüşümü. Ben iki haftada kendimi unutmuştum. ''Yüzüme yine bakmayacak mısın?'' Evet iki haftadır Poyraz'ın yüzüne de bakmıyordum. Onu özlemiştim. Bir çözülüp konuşsam susmayacaktım. Belkide bunu yapmak için gitmem gereken yere gitmeliydim. Annemin yanına. Ellerimi tuttu, avuç içlerimi öptü. Yinede kafamı ona çevirmedim. ''Şirine, yüzüme bakmayacak mısın? Sesini saklayacak mısın böyle? Bunu daha ne kadar yapacaksın, kendine, bana, Deniz'e, yanında olan insanları daha ne kadar endişelendireceksin güzelim. Korkuyorum anlıyor musun? Gözümün önünde seni erirken görmek beni de eritiyor. Seni suspus burada görmek beni de sessizleştiriyor. Sadece oturmak mı istiyorsun? Tamam oturalım. Susmak mı istiyorsun? Tamam susalım. Ama nereye kadar Güzelim, nereye kadar böyle devam edeceğiz?'' bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Bu yas değildi, ölümü kabullenmek hiç değildi. Bu yıkılış süreciydi belkide. Annesini kaybetmiş genç bir kızın yıkılışıydı. Elini elimden çekti, ayağa kalktı ''Seni bir yere götüreceğim, hadi gel.'' dedi. İki hafta sonra ilk defa yüzümü ona çevirdim ve nihayet o korkunç manzarayla karşılaştım. Hayatımın en önemli yerinde olan iki adamın da gözlerinin içine iki haftadır bakmıyordum. İki haftadır yaşadıklarından habersizdim. İki hafta sonunda ikisinin gözlerinin içine bakmaya anca cesaret etmiştim. Kırmızı göz bebekleri, uykusuzluktan morarmış olan göz altları, belkide verilen birkaç kilo. Manzara beni şaşırtmamıştı, ama gözlerim dolmuştu. Böyle bile bir insan gözüme kusursuz gelebilir miydi? Geliyordu işte. Gerçekten, bu durumu onlara yaşatmaya ne hakkım vardı? Öylece eline baktım. Kalkmaya mecalim yoktu. ''Pekala.'' dedi ve elini indirip bana doğru eğildi, sonrasında beni kaldırıp kucağına aldı. Bunu bekliyormuş gibi ellerimi boynuna attım, kafamı göğsüne yasladım. İki haftadır hasreti olduğum koku burnuma dolunca gözlerimi kapattım. Yüzünü kafama doğru eğdi, burnu biraz saçlarımda oyalandı. Gözlerimi açtım, oda kafasını kaldırdı. Aralık olan kapıdan çıktık. Kapıdan çıktığımız anda yerde oturan insanlar bir bir ayağa kalktı. Deniz, Yaren, Artun, Miraç, Derin, Asrın hepsi buradaydı. Onlarda iki haftadır benim için seferber oluyorlardı, görebiliyordum. Deniz Gözlerimin içine baktı. Gülümsedi. Acı acı gülümsedi. Sadece bakmakla yetindim. Akabinde merdivenlerden indik ve dış kapıdan da çıktık. Poyrazın arabasının önüne geldiğimizde tek eliyle kapıyı açtı ve beni arabaya oturttu. Kapımı kapattı ve şoför koltuğuna geçti. İki haftadır ilk defa dışarı çıkmıştım. Nereye gittiğimizi bilmeden öylece camdan dışarı bakıyordum. Uykusuzluğum kendini ele veriyordu, bense uykusuzluğu bir kenara bırakıp dışarıya bakmaya devam ediyordum. Arada bir camın yansımasından Poyraza bakıyordum. Bazen göz göze geliyorduk. Konuşmuyordu. Ben zaten hiç niyetli değildim. Gözlerimi kapattım. Birkaç dakikanın ardından araba durdu ama gözlerimi açmadım. Biraz zaman sonra araba ilerlemeye devam etti. Biraz zaman sonra araba yine durdu, bu sefer gözlerimi açtım. Geldiğimiz yer... Mezarlıktı. Gözlerim istemsiz şekilde dolmaya başladı. Anneme ve kardeşime mi gelmiştik? Poyraz arabadan elinde papatyalarla indi, dolandı ve gelip kapımı açtı. Öylece yüzüne baktım. Elini uzattı. Yüzüne bakmaya devam ettim. Elini indirdi ve yüz hizama gelmek için eğildi. ''Evet. Seni annene getirdim. İçindeki fırtınayı başkası dindiremezdi.'' Gözlerimi kapattığım anda yaşların boşalacağını bildiğimden yapmadım. Bunu istediğimden emin değildim. ''Ada, bana güveniyor musun?'' her ne kadar konuşmasam da, ona güveniyordum. Kendimden çok güveniyordum, her şeyden, herkesten çok güveniyordum. Kafamı olumlu anlamda salladım. Gülümsedi. İki haftadır verdiği hiçbir konuşma, hiçbir ifade beni yumuşatmaz iken, bu gülümseme içimdeki lavları dindirmişti. ''O zaman benimle gel. Söz veriyorum, hep yanında olacağım. Bunu yapmalısın.'' elini tekrar uzattı. Bu sefer düşünmeden tuttum ve beni arabadan indirmesine izin verdim. Kapıyı kapattı, arabayı kilitledi ve mezarlığa doğru yürümeye başladık. Mezarlığın bahçe kapısından içeri girerken elini daha sıkı tuttum. O da ayısını yaptı. Yavaş yavaş mezarların arasında dolaşmaya başladık. Derin nefesler aldım mezarlığa varıncaya kadar çünkü oraya vardığımızda nefes alamayacak kadar daralacağımı biliyordum. Biraz zaman sonra durduk. Poyraz bana döndü ve elindeki papatyaları bana uzattı. ''Belki sen vermek istersin. Annen Mert'in yanında.'' Elindeki papatyaları aldım ve ağır hareketlerle arkamı döndüm. Etrafımdaki mezar taşlarına göz gezdirirken, nihayet bir isim dikkatimi çekti. Mezar taşıyla etrafı sarılmış iki mezar, başucunda ise yine aynı mezar taşıyla yazılmış 'SARRAF' AİLESİ' ismi yeniden gözlerimi doldurdu. Yavaş adımlarla oraya doğru yürüdüm. Sonunda geldiğimde ayaklarım daha fazla ağırlığımı taşıyamadı ve yere diz üstü düştüm. Önce elimdeki papatyalara, sonrada mezarlıklara baktım. Birkaç yabani ot parçası toprağa düşmüştü, önce onları temizledim. Sonra papatyaları bir bir ayırarak iki toprakta da açtığım küçük çukurlara papatyaları yerleştirdim. Annem papatya severdi. Mert annem ne severse onu severdi. Bende öyle. Hepsini tek tek yerleştirdikten sonra kenardan duran şişedeki suyu elime alıp kapağını açtım ve papatyalara su döktüm. Bunları yaparken aklıma getirdiğim her bir anı beni feryat ederek ağlamaya zorluyordu. Suyu döktükten sonra şişeyi kenara koydum ve boş boş annemin ismi yazılı olan tahtaya baktım. Gözyaşlarım artık karaya serpilmek isteyen okyanus dalgaları gibi gözlerimi zorluyordu. Daha fazla dayanamayacağımı anladığım an iş işten geçmişti zaten.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
POYRAZ ESİNTİLERİ
Teen Fiction''Ölüm, ayrılıkların en şuursuzu, en acımasızıdır. Aslında esas ölüm gidende değil, kalandadır. Giden bir kere ölür, kalan bin kere. Gidenin bir kere canı yanar, kalanın bin kere. Ölüme alışırsınız, dayanabilirsiniz hatta katlanabilirsiniz ama unut...