bölüm 4

19.7K 396 15
                                    

Her şey yoluna girecekti. Yokluğumuz elbette fark edilecek ve buradan kurtulacaktık. Hem başımıza bunlar gelmeseydi gitmek istediğimiz yere çoktan varmış olacaktık ve oraya varıp varmadığımızla ilgili Aslı'nın akrabaları ve ailesi arasında bir kontak kurulmuş olabilirdi. Belki de arabanın enkazına  çoktan ulaşmışlardır ve bizi arıyorlardır. Geride bıraktığım birkaç saat boyunca bunları düşünüp, kendimi güçlü olmaya zorladım. Sonsuza dek burada kalamazdım değil mi?  Çok halsizdim ve yorgunluk bütün bedenimi ele geçirmiş olmasına rağmen kapanmak için savaşan göz kapaklarıma engel olup uyumayı reddetmiştim. Odanın bir köşesinde acı içinde kıvranırken tuhaf şekiller alsam da orada öylece oturmaya saatler sonra bile devam etmiştim. Ev o kadar sessizdi ki, biran tek başıma kaldığımı hissettim ama durum bu değildi; onlar bize yaptıklarından sonra yumuşak bir yatakta rahat bir uyku çekiyorlardı. Nede olsa yorucu bir gün, uzun bir gece olmuştu.
Şimdi ise rutubetli odaya giren gün ışığının içindeki toz taneciklerinin huzursuz dansını izliyordum. Güneş doğalı saatler olmuştu ve evin içinde hala çıt yoktu. Eğer gerçekten uyuyorlarsa bir daha hiç uyanmamaları için dua ettim.
Acaba Aslı ne yapıyordu? Benim gibi bir halde olduğunu tahmin edebiliyordum. Peki, ne hissediyordu?  Adam Aslı'yı iki kişinin yorduğunu söylemişti, eğer bu doğruysa benden daha kötü bir halde olabilirdi. Gözümün önüne gelmeye çalışan Aslı'nın hırpalanmış görüntüsünü istemeyerek yüzümü ovuşturdum.  Sonra kendime kızdım. Bize yapılanlara yormak denilmiyordu. Büyük harflerle TECAVÜZ deniliyordu. Ruhumuza, hayatımıza ve bedenimize yapılan bir tecavüz. Çıldırdığımı düşünerek şakaklarımı ovaladım. Hepsini geride bırakacaktık sadece biraz sabretmeliydik. Umarım Aslı'da bulunduğumuz durama rağmen benim gibi düşünüyordur.
Bir ara midem, biran önce giderilmesi gereken bir ihtiyaçla kıvrandı. Karnım çok acıkmıştı. Aklıma, Aslı'nın heyecanla ve büyük bir tutkuyla anlattığı yöresel yemekleri geldi. Bunun üzerine gitmek istediğimiz yeri olmak istemediğim bir yerden hayal ettim. Doğayla iç içi iki gün. Lezzetli yemekler... Kedi batmazı, kabaklı gözleme, katık keş, bunlar aklıma gelenlerin sadece bir kısmıydı. İlk kez duyduğum ve hiç tatmadığım bu yemeklerin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalıştım. Aslı, ayıla bayıla anlatırken gerçekten ağız sulandırıcı gelmişti ama şimdi bu yemekleri hiç tatmadığım gibi hiç tadamayacak olma ihtimalim kısa bir an dağıtmak istediğim düşüncelerimi geri getirdi. Belki de bir daha yemek yiyemeden ölecektim.
En iyisi başka bir şey düşünmekti. Konsantre olmaya çalıştım fakat o kâbus dolu dakikalara çıkmayan hiçbir anım yoktu. Uyumaktan daha iyi bir seçeneğim kalmamıştı. Acı içinde yüzümü buruşturup, dikkatle yere serildim. Bu acı uyutur muydu bilmiyorum ama bu seferde yattığım yerden ışığın içindeki toz taneciklerini izlemeye başladım. Düşünmeden edemiyordum. Ya bizi bulamazlarsa? Buna ne kadar katlanabilirdim? Bunlara verecek bir cevabın yoktu, sanki aklımı adamların bizi ite kaka getirdiği yolda düşürmüştüm.
Bir süre sonra, uyku her şeyden önemli olduğunu göstererek beni içine çekti. Uyandığımda burada olmamayı dileyerek gözlerimi yumdum.
                                    ****
                                                                          Sızlanarak ve inleyerek uyandım. Kötü bir rüya görmüştüm. Aslında uyuyordum ama yine de bu odada olduğumun bilinciyle gördüğüm korkunç bir kâbustu bu. Detayları anlatmak istemiyorum sadece biran önce doğrulup kusmamak için kendimi engellemeliydim. Oturarak duvara yaslandım. Derin nefesler alıp birkaç saniye etrafımı algılamaya çalıştım. Havanın kararmış olması çok uzun bir zamandır uyuduğumu gösteriyordu. Buna şaşırarak odanın içine göz gezdirdim. Sonuçta odanın bir köşesinde durmuş, karanlığın içine tüneyerek beni izleyen bir sapık olabilirdi. Ama odada yalnızdım. Bıraktığımdan farklı bir ses olup olmadığını merak ederek evi dinledim. Aşağıdan bir birine vuran tabak kaşık sesleri geliyordu. Hayat bütün iğrençliğine rağmen onlar içinde devam ediyordu.
Odanın sıcaklığı hissedilir bir şekilde düşmüştü. Dün gece fark etmemiştim ama batı karedeniz bölgesinde bir yerlerde, tam olarak neresinde olduğumu bilmediğim bu orman haliyle geceleri soğuk oluyordu. Ne ince nede kalın sayılabilecek hırkamı kenarlarından tutarak kendime sarıldım. Uyuduğum için mi yoksa hissettiğim soğuktan dolayımı bilmiyorum ama bedenimde ki acı birazda olsa etkisini kaybetmişti. Dilimin ucuyla, şişmiş ve gerilmiş dudağımı yokladım. Dudağımdaki patlağın acısı bir süre daha geçmeyecek gibiydi.
Dışarıdan, aşağıdaki seslere rağmen, çığlık atmak ve ürkütücü sesler çıkarmak için karanlığı bekleyen gece kuşlarının seslerini duyabiliyordum. Dikkatle dinlediğim bu seslere mekanik bir aksamdan geldiği belli olan homurtulu bir ses karıştı ve kısa biran sonra kesildi. Birkaç saniye sonra aynı ses ilk zorlanarak sonrada yüksek bir sesle uğuldamaya başladı ve odanın ışığı birkaç kez göz kırpıp yandı. Demir bir kapı gıcırdayarak gürültüyle örtüldü ve sonra ses zor duyulabilir bir hal aldı. Yanan ışığa bakıp evin elektrik ihtiyacını bir jeneratör yardımıyla karşıladıklarını anladım. "Tabi ya," dedim kendi kendime. Ormanın derinliklerindeki bu eve nasıl elektrik çekilebilirdi.  O zaman diye düşündüm sonra, muhtemelen bu ev kaçak bir yapıydı. Ve hiçbir yerde hiçbir şekilde kaydı olmayabilirdi. Bunu anlamak nasıl bir cehenneme düştüğümü tekrar idrak etmemi sağladı ve ümitsizlik tekrar kanıma girdi. Burayı, bu evin içindekiler hariç hiç kimse daha önce görmemiş olabilirdi. Yukarıdan bir yerden bakılmadığı sürece ve eskaza birilerinin yolu buralara düşmediği sürece bu ev hiçbir şekilde fark edilemezdi. 
Derin bir nefes alıp, filmlerde olduğu gibi geçtiğimiz yerlerde ki çalı ve dikenlere birkaç parça kumaş takabilmiş olmayı diledim. Buda bizi bulabilmeleri için yeni bir umut demekti. Kendimi kandırdığımı kabul etmeyerek bu fikre sıkıca tutundum. Çünkü kötülüğün hangi yönden geleceğini bilmediğimiz gibi mutluluğundan hangi yönden geleceğini bilemezdik. Bir tane daha; belki de otuz yedi numaralı ayakkabılarım oradan geçtiğime dair çamurlu bir yere ipucu bırakmış olabilirdi.  
Birkaç dakika daha amaçsızca oturdum. Sonra ayağa kalkıp odanın kapısının açık olup olmadığını kontrol ettim. Kapı kilitliydi. Adımlarımı pencereye yönelttim, bir fare kadar sessizdim. Odanın ortasını geldiğimde adımlarım birden bire durdu. Başımı çevirip içerideki diğer kapıya baktım. Bu kapı ne işe yarıyordu? Oranın zaten kilitli olduğunu biliyordum o yüzden tekrar yürümeye başladım. Pencerenin önüne geldiğimde yaptığım bu kısa yolculuğun bile ne kadar acı verdiğini düşünerek dışarı baktım. Ağaçlar karanlığın içinden koyu bir şerit halinde buradan kilo metrelerce öteye doğru uzanıyordu. Tek bir ışık, o ağaçların arasında bir yaşam belirtisi bile yoktu. Arabayla giderken önümüz kesildiğinde tam olarak nerede durdurulmuştuk merak ettim. Belki de Düzce sınırları içindeydik, ya da Bolu. Başımı kendi kendime sağ sola salladım, nerede olduğumuzu bilen tek kişi Taha'ydı.
Acaba Taha ne yapıyordu? Bize olanları duymuş mudur?  Sessiz yardım çığlıklarımı işitebilmiş midir? Öyle olsa bile bana yardım edememişti. Sadece o değil hiç kimse o an bana yardım edemezdi. Olanları duymuşsa nasıl tepki vereceğini merak ettim. Üzücü bir şeyler hissetmiş midir? Yoksa bunu geçici arkadaş ilişkimizin trajik bir sonu olarak görüp sadece omuz silkmekle mi yetinmişti. Nede olsa benim ona karşı beslediğim duygular farklıydı. Daha fazla ayakta duramayacak kadar titremeye başlayınca pencerenin önündeki duvara yaslanarak oturdum. Yüzümü kollarıma gömüp sessizce ağlamaya başladım. Daha önce kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Hayatta kalmak ya da kalmamak aniden önemsizleşti; bu sadece birisi sizin için kaygılanıyorsa önemliydi. Fakat şuan gerçek anlamda kaygı duyan tek kişi bendim.
Saatleri beynimi parçalayarak orada tükettim. Bir ara çok üşüdüğüm için odanın diğer ucuna geçmiş bu seferde orada ara sıra ağlamıştım. Gecenin yarısı olduğunda ışıklar tekrar gitti. Bir odaya tıkıldığım yetmiyormuş gibi karanlığı da mahkûm ediliyordum. Soğuktan korunmak için iki büklüm olup yere kıvrıldım. Karanlıktan korkmazdım ama olurda karanlığın içinden bir ses gelir mi diye hep tedirgin olmuşumdur. Böyle bir şey olursa görmediğiniz ama duyduğunuz bir ses kaynağına karşı olan merakınız başınıza bela açabilirdi. Şuan benim böyle bir kaygım yoktu nede olsa bu karanlığın içinden çıkabilecek tek ses bana ait olabilirdi. 
                                                                                   ***
Güneş doğduğunda, uykulu gözlerle dışarı bakıp kederli bir iç çekerek, "Yeni bir gün," dedim kendi kendime. Gece boyunca soğuk ve kemiklerimde ki acıyla savaştığım için uyuyamamıştım. Şimdi ise kafatasımı parçalaya bilecek bir baş ağrısıyla şakaklarımı ovalıyordum. Yaklaşık otuz altı saattir ağzıma tek lokma girmemişti. Susuzluktan dilim damağım kurumuş ve vücut direncim çok düşmüştü. Bizi böyle aç susuz bırakarak öldürecekler diye düşündüm.  Ya da bu şekilde güçsüz bırakıp daha savunmasız bir hal almamızı planlıyorlardı. Bu son seçenek daha çok onların yapabileceği bir şey gibi duruyordu o yüzden biraz daha yemek yemeden nasıl dayanacağımı düşünmeye başladım. Tam o anda kapının dilinden tıkırtı geldi ve kapı çok ince bir sesle gıcırdayarak açıldı. Çıkan bu ufacık sese bile hazırlıksız yakalandığım için kalbim çarpmaya başladı. Gece boyunca kenarlarını hiç bırakmadığım hırkamı biraz daha kendime dolayarak duvara iyice sindim ve başımı kaldırıp kimin geldiğine baktım. Bu, kısa boylu olan ve Ege'ye saldıran adamdı. Yüzüme birkaç saniye ilgisizce bakıp içeri doğru birkaç adım attı. Dikkatle hareketlerini izlerken elinde bir bardak su tuttuğunu gördüm. O suyun benim için burada olduğuna inanarak çok kısa biran sevindim. Adam eğilip bardağı önüme bıraktı. Doğrulup cebinden bir şey çıkartıp önüme attı ve arkasını dönüp odadan çıktı. Adam gider gitmez eğilerek bardağı yerden aldım. Suyu yoğun bir hararetle mideye indirmek için deliriyordum ama adamın yere attığı şeyler dikkatimi çekince duraksadım. İki ayrı blister ambalajdı bunlar. İçindeki hapların ne işe yaradığını düşünerek üzerindeki isimleri okumaya çalıştım. Biri tanıdığım ve çok sık kullandığım güçlü bir ağrı kesiciydi. Diğerinin üzerindeki okunaksız yazıyı daha önce hiç görmemiştim. Arkasını çevirip içindeki küçük haplara baktım. Her bir hapın altında haftanın yedi günü ve rakamlar yazıyordu. Ağrı kesicinin amacını anlamıştım ama bu hapla ilgili bir fikrim yoktu. Uyuşturucu ya da o amaca hizmet eden bir şey olabilirdi. Önce tereddüt ettim ama bütün kemiklerim ve başım inanılmaz ağrıyordu. Ağrı kesiciyi filmden çıkarıp birkaç yudum suyla içtim. Suyu bitirmeme yakın duraksayıp elimdeki diğer ilaca tekrar baktım ve sonra ne işe yaradığını anladım. Buna benzer bir şeyi yaklaşık on altı yaşlarındayken annemin ilaç kutusunun içinde görmüştüm. Şaşırarak birkaç saniye duraksadım. Sonra düşünceler beynimde hızla akmaya başladı. Elbette bu ilacı içmeyecektim nede olsa burada o kadar uzun bir süre kalmaya niyetim yoktu. Ama ya beklediğim gibi olmazsa? Elimdeki hapa ne düşüneceğimi bilemeyerek birkaç saniye baktım. Bu ilacın verilmesi aynı zamanda birden fazla anlam ifade ediyordu. Buradan kurtulmak gibi bir şansımın onlara göre olmadığını ve bana yaptıklarının devamının olacağı anlamına geliyordu. Gözlerimi sıkıca yumup hareketsiz kaldım. Burada daha fazla kalmamak kadar bir sapıktan da hamile kalmak istemiyordum. Bunun düşüncesi bile tüylerimi diken diken etti. Avucumun içinde sıktığım filme tekrar baktım. Bu iki ambalajda düzgün bir şekilde ortadan ikiye kesilerek ayrılmış. Muhtemelen filmlerin diğer yarısını da Aslı'ya vermişlerdi. Daha fazla düşünmemin bir anlamı olmadığını düşünerek, suyun diğer yarısıyla beraber ufak haplardan bir tanesini içtim. Elimdekileri duvarın köşesine bırakıp geri çekildim. Hapı içmiş olsam da buna ihtiyacımın olmaması için dua ettim.
***
Zamanı takip edemediğim için kaç saattir burada tutsak olduğumuzu kavrayamıyordum. İki kere güneşin doğuşunu görmüştüm. Bu çok uzun bir zaman demekti, fakat bu süre içinde uzanan bir yardım eli olmamıştı. Aradaki bu boşluğu düşündükçe umudumu kaybediyordum. Belki de yokluğumuzu fark etmiş olsalar bile bize ulaşamıyorlardı. Başımı ellerimin arasına alıp, annemin şimdi ne halde olduğunu düşündüm. Kesinlikle durmaksızın ağlıyordur. Babamsa durumun ciddiyetiyle çoktan sağa sola saldırmaya başlamıştır. Gözlerim dolmaya başlayınca silkelenip kendime gelmeye çalıştım. Ayağa kalkıp ne yapacağımı bilemeyerek pençenin karşısına geçtim. Bulunduğum oda ikinci katta olduğu için ormanın ne kadar geniş bir alana yayıldığını net bir şekilde görebiliyordum.  Bu ormana ne zaman baksam içimden akıp giden bir şeyler oluyordu. Umut gibi... İnanmakta zorluk çektiğim bu olayların içinde sonsuza dek kalmaya mahkûm edilecekmişim gibi.
Kapının kilidinden sesler geldi. Bunun üzerine yeni bir korku dalgasıyla arkamı döndüm. Geri gelmişti. İçeri girip kapıyı sertçe örttü. Bana kısa bir bakış atıp odanın içine aradığı bir şey varmış gibi göz attı. Duvarın dibindeki ilaçlara bakarak, "Nasıl, alıştın mı?" dedi.     
Elbette buna cevap vermeyecektim. Yüzüme, ondan korktuğumu gizlemek için tiksindiğimi gösterir bir ifade takınıp sessiz kaldım.
"Konuşmayacak mısın? Peki, demek ki seninle biraz daha uğraşacağım."
Olurda üzerime gelmeye çalışırsa diye yere çivilenmiş adımlarımı odanın diğer köşesine kaçmak için hazır ol da beklettim. Fakat o beklediğimin aksine köşedeki sandalyeyi çekip oturdu. Ayaklarını ileri uzatarak sandalyede iyice yayıldı. Kollarını göğsünde birleştirip karşısındaki duvara garip, ifadesiz bir şekilde bakmaya başladı.
Kaşlarımı çatmış onu izliyordum. Bu adamda, onu diğerlerinden farklı kılan bir hava vardı. Bunun ne olduğunu bilmiyordum ve işte sırf bu yüzden ondan daha çok korkuyordum. Sanki hiç beklemediğim biranda boynumu kırabilecek bir dengesizliğe ve tehlikeye sahipti. Yalnız benimle konuştuğunda ya da yüzüme boş boş baktığında bunu asla anlayamıyordum.
"Otur!" dedi emreden bir ses tonuyla.
Birkaç saniye dediğini yapmak istemeyerek olduğum yerde dikildim. Sonra bana neler yapabileceğine dair olan korkularım bunu mantıklı bulmadı. Duvarın köşesine sinip dizlerimin üstüne oturdum. Bakışlarımı ondan alamıyordum. Sanki gergin bir yayın ağzında bekleyen ok gibi, insanı dikkatli olmaya zorlayan bir havası vardı.
"Nerelisin?" diye sordu duvarla konuşur gibi.
Kaşlarımı biraz daha çattım. Tabikide onunla sohbet etmeyecektim. Kendisine cevap vermeyeceğimi anladığında burnundan öfkeyle bir soluk verdi ve duvardaki boş bakışlarını ağır bir hareketle yüzüme çevirdi.
"Sana nereli olduğunu sordum," dedi kelimelere basa basa.
Şimdi kaşlarının arasında beni biraz daha geren bir çizgi oluştu.
Bağırarak küfür edip, bütün sinirimi çıkartmak istedim ama ağzımdan tek bir kelime çıkmadı. Orada bir fare gibi titreyerek sessiz kalacağımı bakışlarımı ondan kaçırarak belli ettim. O ise kendine hâkim olmaya çalışır gibi, "Nerelisin?" diye tekrar sordu. Her şeyi geri sarması kendimi bir aptal gibi hissetmeme sebep oldu. Şaşırarak ve buraya neden bu kadar takıldığını anlamaya çalışarak yüzüne baktım.
"Son kez soruyorum, Nerelisin?"
Odanın havası ısınmaya başladı. Yutkunup bu hastalıklı ısrar edişe karşı takındığım tavrı güçlü tutmaya çalıştım. Ona asla cevap vermeyeceğimi yüzüne dik dik bakarak belli ettim. Bunun üzerine ok yaydan çıktı. Altındaki sandalyeyi gürültüyle savurup yerinden hızla kalktı. Hedefi köşede bir leke gibi duran bendim ve bana ulaşması iki büyük adımla gerçekleşti. Saçıma sertçe yapışıp beni odanın ortasına doğru sürükledi. Hareketleri o kadar hızlıydı ki bağırmaya bile vaktim olmamıştı.
"Şimdi ya bana cevap verirsin ya da o güzel saçlarını kafa derinden yüzerim!"
Sesi ilk boş odada sonra beynimin içinde yankılandı. Yere yapışan ellerimi kendimi korumak için acele ile başıma siper ettim. Çünkü ona cevap vermemekte bütün tehlikeyi göze alabilecek kadar kararlıydım. O cevap almadığı her an kontrolünü yitiriyordu. Bense bunu yaparken nasıl bir amaç güttüğümü bilmiyordum?
Saçıma tekrar yapışıp başıma geriye doğru çekti. Yüzüme doğru eğilip, "Konuş!" diye haykırdı tükürükler saçarak.
Bütün bedenim titriyordu. Ve dediği gibi uyguladığı güç yüzünden saçlarım teker teker, ürkütücü bir sesle kopuyordu.
"Bırak!" dedim hissettiğim acının yakıcı korkusuyla.
"Lan, sen neyi anlamıyorsun? Senin değil benim dediğim olacak!" diye bağırdı elindeki tutama biraz daha asılarak. Bu acıya daha fazla kayıtsız kalamayarak ellerimle bileklerini yakalayıp saçlarımı kurtarmaya çalıştım. Tırnaklarımı etine saplayıp, "Bırak beni!" diye haykırdım.   
Artık ona cevap vermek istesem bile bunu yapamazdım. Çünkü yaşadığım panik yüzünden ne sorduğunu unutmuştum.
Aniden boşta duran elini saldırının içine dâhil edip boğazıma yapıştı. Beni bir oyuncakmışım gibi havaya kaldırıp, hayvani bir güçle savurup odanın bir köşesine fırlattı. Yere büyük bir gürültü ve acıyla serilmeden hemen önce bir saniyede olsa uçtuğuma yemin edebilirdim. Masanın bacaklarına çarparak düştüm ve acı içinde çığlık attım. Acısının yeni geçtiği kaburgalarım isyan ederek sızladı. Buna biraz önce masaya çarptığım sağ bacağım ve kolumda eklendi.
"Orospu seni! Şimdide cesur olduğunu düşünüyor musun?"  
Düşündüğüm birçok şey vardı ama cesur olmak bunların içinde asla olmamıştı. Birkaç saniye nefes alamadım ama sonra nefes almadan da ağlayabileceğimi fark ederek kıvranmaya ve ağlamaya başladım.
"Sana nasıl cesur olunurmuş öğreteceğim! Duydun mu beni?"
Hissettiğim yoğun acıdan dolayı bana yapılanın tam olarak ne olduğunu kavrayamıyordum. Sadece insanı öldürebilecek kadar güçlü bir çaresizlik duyuyordum.
"Konuşmadığın için pişmansın değil mi? Geri zekâlı seni!"
Odanın içinde sesler çıkartan korkutucu bir gölge gibi dönüp duruyordu. Öfkesini kusabildiği bir delikmişim gibi tekrar üzerime çullandı. Ayak bileklerimden tutup, iradesini neredeyse kaybettiğim gövdemi odanın ortasına doğru çekti. Soğuk, sırtımdan kayan hırka ve penyemden içeri hemen tenime süzüldü. 
"Ne kadar direnirsen diren sonunda tıpkı diğerleri gibi altımda ölüp gideceksin!"
Aniden hareketlenince, ellerimi ve ayaklarımı savurup bana yaklaşmasını engellemeye çalıştım. Birkaç saniye boğuşarak debelendik. Kısa ama yorucu bir savaşın sonunda üzerime oturmuş, tek eliyle bileklerimi birbirine kilitlemişti. Ağzımı açıp haykıracakken elinin tersiyle yüzüme bir tokat indirdi. Sonra bir tane daha...
Gözyaşlarımın arasında kayboldum ama yenilmek denen şey bu kadar kolay olmamalıydı. "Bırak!" diye bir çığlık kopardım. Canım çok yanıyordu ve çaresizliğe o kadar esir olmuştum ki sesimi ilk kez Taha'ya duyurabilmek istedim. "Yardım edin! Taha!"
Gözümdeki yaşlar yüzünden her şeyi bulanık görüyordum ama deli gibi çırpınıp beni içine hapseden bu kabuğu delmek için var gücümle savaşıyordum. Adamın kolunun zikzaklar çizerek belli bir açıyla gerildiğini gördüğümde bir tokadın daha geleceğini düşünerek refleksle gözlerimi yumdum ve daha başımı çevirecek fırsatı bulmadan diğerlerini hiç benzemeyin bir acıyla kafamın kontrolünü kaybettim. Başım, o acımasız yumruğun yüzümde patlamasıyla bir lastik gibi sallanarak sağıma düştü. Ben daha ne olduğumu anlayamadan burnumdan akan kanın boynuma uzanan sıcak yolculuğuyla irkildim. Gözlerim tamamen karardı. Acılar ve sesler kısa biran uzaklaştı. Zihnimde, yüzümün aldığı kanlı bir resimle baş başa kaldım. Beynim anlaşılması güç uğultuların arasında dönmeye başladı. Güçsüz bir çığlık, 'Ölüyorsun!' diye bağırıyordu.  Bir sapığın iğrenç ellerinin arasında ölüyorsun.  Aniden kendime geldim. Karanlık üzerimden çekildi ve odanın kokusunu, zeminin batan soğukluğunu iliklerimde duyumsadım.
Elbiselerimi üzerimden almaya çalışıyordu. Direnmek yerine, gidip gelen aklımın kontrolünü elimde tutmaya çalıştım.
Sağlam kalmakta güçlük çekmiş hırkamı yırtarak üzerimden aldı. Kumaş, geceye ait seslere kıyasla ürkütücü ve garip bir sesle parçalandı. Olup bitenleri yarım gözlerle izleyebiliyordum. Penyemi çıkarırken kollarım kendiliğinden hareket ettiğini gördüm. Tamamen uyuşmuştum ve daha fazla direnmek gibi bir durum söz konusu değildi.
Tekrar çıplak kaldığımda hala yediğim yumruğun etkisindeydim. Dakikalar sonra kötülük bütün haşinliğiyle bacaklarımın arasındaki yerini aldı. Artık acı hissetmediğimi fark ettim. Belki de bir şekilde kendi acı kotamı doldurmuştum ve daha fazlasını sinirlerim kabul etmiyordu. Buna sevinmemin mi gerektiğini düşünerek kendimle alay ettim. Ağzıma sıçılıyor ama artık bir sifonum var.
Bedenim bir çamura şekil verilmek istenir gibi başka bir güç tarafından sarsılıyordu. Benimse yapabildiğim tek şey bu dokunuşları hissederek ezilmek ve istenilen şekli almaktı. Dışarıdan bakıldığımda kanlıda olsa bir şeye benzeyebilirdim ama bana göre paramparça olmuş bir vazo kadar değersizdim. Süpürülüp bir kenara atılsam keşke, belki o zaman yüreğimi kasıp kavuran bu değersizlik duygusuyla bir nebzede olsa baş edebilirdim.

İşi bitti. Üzerimden kalktığında gözlerimi güçlükle açıp, insana benzeyen ama daha çok başka bir ırka aitmiş gibi davranan bulanık siluetine bakmaya çalıştım. Oracıkta dikilip çıkardığı işi kontrol eder gibi bedenimi inceliyordu. Neye benzemiştim?
Buna bir cevap vermeden üzerini giymeye başladı. Tamamen giyindiğinde son bir kez daha bakıp arkasını döndü. Gideceğini anlayınca ağzımdan kahkahaya benzeyen, ürkütücü bir ses çıktı. Bu sesin neye benzediği umurumda değildi, ama onun dikkatini çekmiş ve duraksayıp bana bakmasına sebep olmuştu.
Burnumdan akan kanın yarısı ağzıma dolmuştu, acı içinde yutkunup gülümsedim. Bu gülümseme, hissettiğim o bütün boktan duygular için yapılan duygusuz bir eylemdi. Bunu ilginç bulmuş gibi başını yana eğip beni inceledi. Bunun üzerine o katı gülümseme biraz daha yüzüme yayıldı. Kanlı dişlerimi gösterip, "İstanbulluyum," dedim. Öksürdüm. Gücümü kaybetmemeye çalışıp, "Doğma büyüme İstanbullu,"deyip tekrar sırıttım.
Sonra bakışlarımı tavana çevirdim. Artık gidebilirdi. Öylede oldu. Kapıyı arkasından gürültüyle örtüp kendi yaşamına bir yere yolculuğa çıktı. Bense orada öylece kalıp bu sefer kendime sordum. Şimdi neye benziyordum?
 

  


 

FİLİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin