DİLENCİ

291 76 56
                                    

Gökyüzü kavuniçinin en koyu tonuna bürünmüş, Bozdoğan Kemeri'nin etrafında uçuşan serçeler sisli İstanbul sabahının belli belirsiz görünen manzarasını izlemek istercesine, kemerin en uç noktalarına konmak için sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. Bazen kuş olmak isterdim. İçten içe kıskanırdım onları, en güzel manzaraları izleyenler hep kuşlar değiller miydi? Neticede iki ayaklı, iki gözlü, iki kollu bir insandım; ne olurdu yani benim de kanatlarım olsaydı. Ah ne saçmalıyorum! Kanatlı insan mı olurmuş yahu? Tekrar su kemerinin en uç noktalarına konan serçelere kasketimin izin verdiği ölçüde bakıp ellerimi birbirine vurarak kuşların korkmasını sağlıyorum. Bir türlü toparlayamadığım düşüncelerim gibi serçeler de sağa-sola dağılıp uçuşuyorlar. Kimileri ismini bir türlü hafızamda tutamadığım ağaca konuyor, kimileri ise kemerin etrafında bir tur attıktan sonra bir bulutun içine saklanarak Karaköy'e doğru uçup gözden kayboluyorlardı...

Havanın soğuduğunu dişlerimi birbirine çarpmaya başladığımda anladım. Elimde özensizce tuttuğum battaniyeyi omuzlarıma doğru atarak üşüyen bedenimi iyice sarmalayıp günü geçireceğim kaldırım kenarını uzaktan gözlerimle süzerek beğeniyorum. O da ne öyle? Plakçının dükkânının camına yansıyan görüntümü, cama bir yaklaşıp bir uzaklaşarak seyrediyorum; kasketimin altındaki bembeyaz saçlar, burnumun kenarında gün geçtikçe büyüyen ur, kirpiksiz gözler ve yüzümün yarısını kaplayan doğum lekesini görünce ürküp gözlerimi camdan kaçırıyor, temkinli adımlarla oturacağım kaldırıma doğru yürümeye başlıyorum. Bozdoğan Kemeri'nin hemen bitişiğine oturup sarımtırak mendilimi de önüme açarak müphem bir bakışla gelip geçen insanların suretlerine, sağ elimi semaya doğru açarak bakıyorum. Aslında yanımdan şuursuzca geçip giden insanların hayatlarını hep merak etmişimdir. Nereli olduklarını, hangi işle meşgul olduklarını, isimlerini, zihinlerinden geçen düşünceleri... He, şu kaldırımda oturan ayakkabı boyacısı hariç! Uyuz oluyorum, şu sıska boyacıya. Geçenlerde önüme üç kuruş para atan kırmızı paltolu kadının biri "Şu karşıdaki aksak boyacıdan utan! Elin ayağın tutuyor mübarek, git bir işe gir de alın terinle para kazan!'' diye azarlayıp kıçı kırık boyacıyla beni karşılaştırmasından dolayı bir türlü sevememiştim, kara oğlanı.

Dilencilik de bir meslekti, kanımca. Akşama kadar soğuk kaldırım kenarlarında oturuyor ve bütün gün "Allah rızası için bir sadaka'' diye aynı cümleyi tekrar etmekten dilim damağım kuruyordu. Uzaktan bakınca siz dilenciliği kolay iş mi sandınız? Kaldığım barakaya bile kira ödüyordum. Zamanında İstanbul'un taşı toprağı altın diyerek göç etmiştik memleketten. Ne altın ama! O altın toprak hem anamı hem de babamı benden alıvermişti. Rutubetli bir sonbahar sabahında el ele ölü bulmuştum. Neden ölü bulunduklarını anlatmak istemiyorum zaten halim de yok.

Kaldığım barakadan bugün kapı dışarı edilmiştim. Zihnim de İstanbul'un sokakları gibi karmakarışıktı. Tıpkı bir deli gibi sırtımda battaniyemle dolaşıyordum. Olurda bir gün yolunuz Atatürk Bulvarı'na düşerse benden korkmayınız olur mu?

Karşı kaldırımda oturan boyacının sevimsiz sesiyle daldığım hülyalardan bir an olsun ayrılıp irkiliyorum:

"Siftah var mı? Sömür bakalım insanların duygularını." dedi elini hafifçe sağa sola sallayarak.

Boyacının cılız ve kapkara olan ellerine bakarak başımı sinirle çevirdim. İnat olsun diye sesimi daha da yükselterek dilenmeye başladım. Yarım saat sonra mendilimin bir ekmek alacak kadar madeni parayla dolduğunu görünce, paraların yarısını mendilden aldım ve ceketimin iç cebine koydum. Mendildeki madeni paraların çok olduğunu görenler yanımdan hızlıca geçip gidiyorlardı. Her mesleğin bir numarası vardı, bu da benim bir numaramdı. Kızmayın bana, babamdan kalan mesleği sürdürüyordum. Ben de fiyakalı bir işe sahip olmak isterdim ama hayat herkese aynı bardaktan yaşamı sunmuyordu.

ÖYKÜ DÜKKANIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin