MÜNİRE

229 33 34
                                    

Kavak ağaçlarının hışırtısı, hafif hafif esen meltemler ve hıncahınç dolu gökyüzü eşliğinde seğirterek çamurlu yolu aşmaya çalışıyorum. Zihnimde dönüp duran, buraya ait olamayacağımı vurgulayan düşüncelerimi kovalayıp duruyorum bir süre. İnsan illa da doğup büyüdüğü topraklara ait değildir ya! Tahta bavulumu yolun sağına tünemiş tavukları kışkışlayarak, kurumaya yüz tutmuş otların üzerine bırakıyorum, palas pandıras. Yıllara meydan okuyan tahta bavulun ağırlığından olsa gerek belimde ince bir sızı hissediyorum. Annem, oralar soğuktur oğlum, benzemez Adana'nın sıcağına deyip tahta bavulumun içine yazlık-kışlık demeden çoğu kıyafetimi tıkıştırmıştı. Az sonra gökyüzü köye gelişimi haber vermek için iri damlalar halinde eprimiş ceketimi ıslatınca, çamurlanan yol iyice çamurlanarak pantolonumun paçalarını kirletiyor. Tanıdık yahut bana yol gösterecek birini arıyor gözlerim olduğum yerde. Köyün en tepesinden bir karaltı bana doğru yol alıyor, yaklaştıkça karaltı insan suretine bürünüyor...

"Köyümüze hoş geldiniz, muallimsiniz değil mi?" diyor kasket şapkasını elinde tutarak.

Bir süre etrafa bakarak köyü gözlerimle geziyorum.

"Hoş bulduk. Evet, ilk görev yerim. Yakınlarda bildiğiniz öğretmen evi var mı?"

Başını gökyüzüne doğru kaldırarak: "De hele siz beni takip edin, buraların soğuğu pek olur. Üşüteceksiniz, benim hanım şimdi mis gibi erişte aşı yapmıştır, içinizi ısıtır." diyerek belinde birleştirdiği elleriyle iki büklüm bir şekilde yalpalaya yalpalaya yürümeye başlıyor. Kasket şapkasının izin verdiği ölçüde, gözlerini kısarak omuzunun gerisinden, peşinden gelip gelmediğimi kontrol etmek için çipil gözleriyle bana bakıyor ara ara...

Yamalı, solmaya yüz tutmuş ceketimin içine giydiğim yün kazak da kurtarıcım olmuyordu, buraların soğuğuna. Annem haklıymış, diye mırıldanıyorum kendi kendime...

"Bundan tam tamına otuz sene önce ben de muallimlik yapmıştım. Bakma şimdi böyle iki büklüm yürüdüğüme, o zamanlar bütün köyün işine koşuştururdum. Sadece muallim değildim; çiftçilik bile yapmıştım, hatta daha fazlası..." diyerek tahta kapıyı itekleyerek açtı ve ardından soluk soluğa cümlelerine devam etti: "Buralarda kapılar kilitlenmez oğul. Anadolu halkının kapıları misafirlere her zaman açıktır, öğretmen evini sormuştun değil mi?"

Eşikte durarak şöminenin üzerinde fokurdayan isli tencereye dalıyor gözlerim... Nasıl olduysa, birdenbire annem beliriyor, şöminenin hemen bitişiğindeki kürsüde oturarak. Elleri isten kapkara olan annemin ellerine kayıyor gözlerim... Gülümsüyor...

"Eşikte bekleme oğul, haydi gel içeriye..."

Daldığım hayallerimden beni çekip çıkaran, yaşı tahminen altmış beş ya da yetmiş olan Anadolu insanının sıcaklığı yayılıyor iliklerime. Tahta bavulumu eşiğin kenarına bırakarak utana sıkıla sedirin üzerine oturuyorum. Yer sofrasının üzerindeki; erişte aşını, birbirleriyle uyumsuz olan tabakları ve çatalları içimden gizlice sayıyorum. Bu evde kaç kişinin yaşadığını öğrenmek adına.

"Öğretmen evini sormuştun değil mi oğul?" diyor az önce sorduğu soruyu yineleyerek.

"Evet, evet... Kalabileceğim bir yer var mı? Sizi rahatsız ettim ama.."

Mutfak olduğunu düşündüğüm yerden, elinde tandır ekmeği ve başında kırmızı oyalı yazmasıyla: "Sofra hazır, gel oğlum.." diyor eliyle oturacağım yeri göstererek. Paçalarımdaki çamura doğru bakıp oturup oturmamak arasında bocalıyorum. Az sonra, elinde leğenle yirmi yaşlarında bir kız geliyor. Başını yere doğru eğerek sanki benimle göz göze gelmekten korkuyormuşçasına, ince uzun parmaklarıyla çamura bulanan paçalarımı silmeye başlıyor. Dağılan saçlarından yüzünü görmek için: "Önemli değil, ben temizlerim." diyorum, elindeki bezi almaya çalışarak. O yine başını hiç kaldırmadan, elindeki bezi vermemeye and içmişçesine nazenin bir çabayla silmeye devam ediyor...

ÖYKÜ DÜKKANIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin