AİT OLDUĞUM YER

818 142 160
                                    

Kubbesine kuşların konduğu mermer şadırvanın altında yağmurdan korunmak için oturuyordum. Kubbenin kenarlarından süzülen yağmur damlaları açıkta kalan ayakkabılarımı ıslatmaya yetiyordu. Mayıs ayının hafif esen meltemleri de yağmura eşlik ediyordu. Caminin avlusunda koşuşan insanlara anlam vermeye çalışıyordum. Altı üstü yağmur yağıyordu, taş yağmıyordu ya! Ayakkabılarımı epeyce ıslatan yağmur artık sadece hafif hafif çiselemekle yetiniyor, elindeki gazeteyi sallayan küçük çocuk bağırıp duruyordu:

– Yazıyooor, yazıyooor... Mübadele olacağını yazıyor...

Küçük çocuğun o incecik cırtlak sesine rağmen bağırdığı 'mübadele' sözcüğünü daha önce hiçbir yerde duymağımdan kaşlarımı çatarak abdest alanları dinlemeye koyuldum: 'Kurtulacağız şu gavurlardan! Defolup gidecekler sonunda ait oldukları yere!' diye hiddetli bir ses tonuyla söyleniyorlardı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. İzmir'in Çirkince köyünde yaşıyorduk. Aslında benim ailem bir Rum'du ama hiçbir zaman Rum olduğumuzu söylememiştik. Yıllarca bir Türk gibi yaşadık. Onlar gibi camiye gittik, namaz kıldık ve yemekler yaptık. Çirkince köyünde göçmen mahallesinde zaman zaman saldırılar olduğu için özümüzü hep içimizde saklamak zorunda kaldık. Babam içki şişelerini yamalı, kahverengi montunun altına saklayarak eve getirip gizli gizli içerdi. Anam ise Rumca türküleri sessizce mırıldanırdı...

'Türk değilim ben!' diye çıkıştığımda anam ağzıma bir tokat yapıştırırdı. 'Sus vre çocuk duyan olacak şimdi' derdi. Ben ise yediğim tokatla kalırdım.

O gün eve koşa koşa geldiğimde babam yere çömelmiş bir şekilde usul usul ağlıyordu. Babamı ilk defa ağlarken görmüştüm. Anam ise bir yandan ağlıyor bir yandan eşyalarımızı küçük bavula yerleştirmeye çalışıyordu. Babamın sıkıntılı ve ağlamaklı olan ses tonuyla irkildim:

– Ne duruyorsun eşikte! Buralardan gidiyoruz, hazırlan!

– Nereye baba?

– Girit'e gidiyoruz, vatan toprağına!

Biz eşyalarımızı toplayıp küçük bavula yerleştirdik. Çok fazla eşya götürmemiz yasaktı. Rum olduğumuzu öğrenen komşularımız 'Sizi gavurlar' diyerek evimizin pencerelerini taşlamışlardı.

Hasan Dede ise biz limana doğru yola çıkarken şu sözleri sarf etmişti:

– Sizin yeriniz burası değil pis gavurlar! Bunca sene özünüzü inkar ettiniz. Özünü inkar eden insandan hayır mı gelir? Defolun buradan!

Çirkince köyüne veda ederken içimi yakan komşularımızın cümleleri olmuştu. At arabasının arkasına oturduğumda ağlamaya başladım. Bir insanın bir insanı sevmesi için aynı ırktan mı olması gerekirdi? Hepimiz etten ve kemikten oluşuyor, aynı gökyüzünü soluyorduk.

Kordona geldiğimizde bizi alacak gemiyi beklemeye başladık. Kordon çok kalabalıktı, kaybolmamak için anamın çantasına tutunuyordum. Günlerce orada bekledik. Açlıktan adım atacak halimiz kalmamıştı. Daha kötüsü anam beş aylık hamileydi. Artık geriye dönemezdik. Bize ait hiçbir şey yoktu, hiçbir şey...

Yanında keçisiyle gelenler, dudakları açlıktan moraranlar, açlıktan ciyak ciyak ağlayan bebekler...

Nihayet bizi Kordon'dan alacak gemi limana yanaşıyordu. Devasa gemi limana yaklaştığı zaman içerisinden iki Yunan askeri indi. Hasta ve epeyce yaşlı insanları gemiye almayacaklarını bozuk bir Türkçe ile bağırıyorlardı. Gözlerimizin önünde o yaşlı insanların elleri arkadan bağlanarak denize atıldılar. Tam bir felaket tablosuydu. Korkudan ellerim titriyordu. Bizi sıraya soktular ve kıyafetlerimizi daha doğrusu bütün bedenimizi ilaçladılar. İlacın iğrenç kokusunu solumamak için nefesimi tutuyordum. Binlerce insanla birlikte aynı gemiye bindik. Ben gemiye tavuğumu sol kolumun altına alarak bindim. Onu Çirkincede bırakamazdım. Gemiye bindiğimizde Yunan askerleri bir avuç kadar pirinç dağıttılar. Pişmemiş pirinç tanelerinin yarısını yedim, yarısını ise anama verdim. Anam iki can taşıyordu. Onu bitkin bir halde görmeye asla dayanamazdım. Sabah oluyor, güneş yüzünü göstermeye başlıyordu.

– Baba, ne kadar daha yolumuz kaldı?

– Daha var evladım.

Yol uzadıkça midem bulanıyordu. Öğürmekten bitap düşmüştüm. Güvertenin başına giderek sürekli kusuyordum. Gemide adım atılacak yer yoktu. İnsanları aşa aşa anamın yanına geldiğimde anam titriyordu. Anamın ateşine bakan babam 'Herhalde üşüttü' dediğinde uzaklara bakarak düşünmeye başladı...

Hava kararmaya başladığında anam iyice kötüleşti. Ellerinde ve vücudunda kırmızı lekeler çıkmıştı. Sürekli adımı sayıklıyordu.

– Aziz oğlum, Aziz...

Anam tifüs hastalığına yakalanmıştı. İki Yunan askeri yanımıza doğru yaklaşarak ölmek üzere olan anama doğru baktılar. Ben ise sürekli içli içli ağlıyordum. 'Kurtarın anamı, kurtarın' diye bağırdım. Yanımıza yaklaşan pos bıyıklı Yunan askeri yanındaki askere bakarak:

– Rikse tin sti thalassa! (Atın denize!)

Rumca bilmediğim için ne dediklerini anlayamamıştım. Taa ki iki asker anamı kollarından ve bacaklarından tutarak güverteye götürüp denize atıncaya kadar... İliklerime kadar acıyla dolduğum andı. Eğer ağlarsam beni de atabilirlerdi. Babam ise bütün korkaklığı ile iskelenin köşesine çömelip ağlıyordu. İlk defa babamı boğasım gelmişti. Ne annemi ne de daha doğmamış kardeşimi koruyabilmişti. Babamın sıska bedenini sarsarak:

– Seni korkak! Neden hiçbir şey yapmadın? Keşke anamı değil de seni atsalarmış, denize!

O gemiden atılan sadece anam olmamıştı. Tifüs hastalığına yakalanan herkes acımazsızca denize atıldılar. Kaç gün yolculuk yaptık, bilmiyorum. Gün aydınlanınca gemideki insanlar 'Girit, işte Girit' diye bağırmaya başladılar. Ayaklanan insanlar geminin bir tarafına toplandıkları için şiddetli bir şekilde gemi sarsıldığında yine öğürmeye başladım.

Vatan toprağına ayak bastığımızda babam kolumu tuttu. Sanırım onca kalabalığın arasında beni kaybetmekten korkuyordu. Sırayla gemiden indiğimizde bizi yine ilaçladılar. Karantina bölgesindeydik. Gemiden iner inmez sağlık kontrollerinden geçirildik. Sağlık kontrolü yapıldığında doktorların ne dediklerini anlayamıyordum. İşin kötüsü babam da anlamıyordu. Sedyeye uzanıp doktorların suratına boş boş bakıyordum. Sedyeden kalkıp bize verilen kumanyaları yemek için bir köşeye oturduk. Arada anam ve hiç doğmamış kardeşim hatırıma düştükçe yediğim lokmalar boğazıma oturuyordu. O anlarda boğazımda bir ağırlık bir acı hissediyordum.

Kura çekilmiş ve bize Girit'in Resmo köyü çıkmıştı. Babamla at arabasına binerek taşlı yollardan Resmo köyüne doğru gidiyorduk. At arabası tıklım tıklımdı. Asmalı sokaklardan geçtiğimiz sırada gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Nihayet Resmo köyüne geldik. At arabasından inerek babamla kalacağımız çadıra doğru yürüdüğümüz zaman rüzgâr şiddetini arttırmış ve babamın hasır şapkasını uçurmuştu. Çadırın yanındaki ulu zeytin ağacı şiddetli esen rüzgârda güçlükle kımıldıyordu.

Köye geldiğimizde kimseden ses seda çıkmamıştı, herkes evine kapanmış ve perdelerini çekmişti. Ait olduğum topraklara gelmiştim. Eşyalarımızı çadıra yerleştirdikten sona babama etrafı gezeceğimi söyledim. Babam ise çadırda uyumayı tercih etmişti. Elime kuru ağaç dalımı aldım ve Resmo köyünü gezmeye başladım.Her yer yemyeşildi. Kara bulutlar dağılmıştı. Hava kararmaya başladığında çadıra doğru yürümeye başladım. Babamla kalacağımız çadıra yaklaştımda gözlerime inanamadım. Köylüler çadırı kuşattı ve kısa boylu, epeyce zayıf olan adam elindeki gaz lambasını zoraki tutarak bozuk Türkçesiyle bağırmaya başladı:

– Üse kadar sayazağim, çıkmassan seni yakazağiz. Konuş vre adam yoksa yakazağiz, seni!

Çadırın yakılışını, zeytin ağacının arkasından titreyerek izlemekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ağlamamak için dişlerimi sıktığımda göz pınarlarımda beliren yaşlar usul usul süzüldüler...

Artık ne Çirkince'ye ne de Resmo'ya aittik. Ait olduğumuz tek yer, gidip de dönüşü olmayan öteki dünyaydı...

-SON-

(Tekirdağ Belediyesinin düzenlemiş olduğu "Mübadele Öyküleri" yarışmasında 12. olan öyküm.)

ÖYKÜ DÜKKANIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin