PAYLAŞMAYI BİLSEYDİK EĞER

112 13 4
                                    

Koyu yeşil, üzerinde soluk kırmızı renkli güller olan perdeler rüzgarın da yardımıyla gelişigüzel süzülüp duruyorlardı. Kardeşimle sinmiş olduğumuz köşeden, müphem bir ifadeyle sadece perdenin yırtılmış olan yerlerine bakarak, derin bir iç çektik. Kim bilir annem, şimdi görse ne de çok üzülürdü, diye aklımdan geçirdiğimde, dizlerinin üzerine başını koymuş olan kardeşim titreyerek ağlıyordu.

"Korkuyorum abi!" diye nemli bir sesle konuştuğunda, sağ elimi dizinin üzerine koyarak sadece sıvazlamakla yetindim.

"Ne zaman bitecek bu savaş? Ne zaman söylesene abi, ne zaman?" dediğinde, sesindeki korku cümlelerine nüfuz etmişti.

"Bilmiyorum, inan hiç bilmiyorum." dedim meyyit bir ses tonuyla. Ardından sinmiş olduğumuz köşeden, gözlerimle evin içini tavaf ettim bir süre. Her yeri toz bulutu kaplamıştı, ayaklarımızın dibine düşen cam kırıklarını ellerimle temizledikten sonra gözlerimi dış kapıya diktim korkuyla. Babam yaklaşık olarak bir saattir ortalıklarda yoktu, bizi bu moloz yığınlarının arasından kurtaracağına dair söz vermişti. Beraber kaçacak kurtulacaktık bu şehirden. Zeynep yani kardeşim annemi bu harabeye dönmüş olan şehirde tek başına bırakmak istemiyordu, bir türlü ikna edememiştik kardeşimi annemin öldüğüne... Ölüsünü görmeden inanmam, annem gelecek biliyorum bir gün gelecek diye kaç gece bekledi pencerenin önünde ama gelmedi annem hiçbir zaman gelmeyecekti, bunu kardeşime bir türlü anlatamamıştık...

Hava kararmaya başladığında, kulakları sağır edercesine çıkan siren sesleri bütün mahalleyi adeta ele geçirmişti. Babam hala gelmemişti, ona bir şey olduğu düşüncesi göğüs kafesimi sıkıştırıyordu. Başımı dış kapıya doğru döndürdüğümde, toz bulutunun içinde adeta parıldayan apolete korkuyla baktım. Yüzünü tam olarak göremiyordum, hem havanın karardığından ötürü hem de içerideki toz bulutundan. Korkuyordum, her şeyden önce kardeşime bir şey olacağı düşüncesi beni yiyip bitiyordu. İçimdeki acziyet hissi artık bütün bedenimi ele geçirmiş ve kendi krallığını ilan etmişti. Kardeşimi arkama alarak: "Korkma, sakın korkma." diye sessizce söyledim.

"Sizin burada ne işiniz var?" dedi hiddetle.

Aramızda bir nefeslik bir mesafe kaldığı için artık yüzünü daha net görebiliyordum. Seyrek kaşlı, yüzüne göre oldukça küçük olan gözleri, alt dudağının hemen sağında tüylü bir ben, yuvarlak bir yüz yapısıyla çok da acımasız görünmüyordu aslında. Biz cevap vermeyince, sağ ayağını öne doğru atarak beton zemine hınçla vurduğunda, kardeşim korkudan çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Bakışlarımı askeri postallarından kurtararak: "Burası bizim evimiz," dedim çelimsiz bir ses tonuyla.

"Demek sizin eviniz ha." diyerek kurnazca güldü.

Cılız sokak lambasının ışığı odayı biraz olsun aydınlatıyordu. Kardeşimin ağlamaktan şişmiş çipil gözlerine bakarak: "Korkma, buradan gideceğiz."diyerek çömeldiğim yerden cesaretimi toplayarak ayağa kalktım.

"Ne yapacaksın bize?" dedim kendimden emin bir ses tonuyla.

"Hiçbir şey, hiçbir şey..." dedi sessizce. Ardından sağ elinde tuttuğu şapkasını başına taktıktan sonra odayı bir tur dolandı.

"Savaş..."diyerek derin bir iç çekti. "Senin, benim çıkardığı bir şey değil. Şuan da yapmam gereken sizi öldürmem fakat vicdan savaştan, öç almaktan daha güçlü. Kalbimde ve aklımda kurduğum mahkemede defalarca beraat edildiniz. Söylesene çocuk, sen daha savaş sözcüğünün anlamını tam olarak öğrenmeden, bunca kötülüğün arasında kafana vura vura öğretti bu düzen sana. Bilmelisin ki sen, kardeşin ya da diğer çocuklar bu dünyadaki en günahsız insanlarsınız." dedi titrek bir ses tonuyla ardından gözyaşlarını avucunun içiyle silerek konuşmasına devam etti: "Büyüklerin çıkardığı, içi boş olan sözcüğe anlam kazandırdığı "savaş" benden çok şey götürdü çocuk. Kardeşini de al, git buralardan." dediğinde acı içinde dizlerinin üzerine çömeldi. "Ne duruyorsun kaçsana be çocuk, kaçsana!"

Kardeşimin elinden sıkıca tutarak dış kapıya doğru koşmaya başladık fakat hemen bu düşünceden vazgeçtik. Arka pencereden kaçmak, karanlığa karışmak daha mantıklı geliyordu. Başımı geriye doğru çevirdiğimde, şakaklarını iki elinin arasına alarak ağlayan askere: "Seni hiç unutmayacağım komutanım."diyerek karanlığa karıştık kardeşimle.

Ne kadar yol yürüdük bilmiyorum ama ayak tabanlarımızı artık hissedemez olmuştuk. Gün aydınlanmaya başlayınca gri gökyüzünün altındaki yıkık dökük binalar, moloz yığınınlarının arasında sıkışmış kalmış ölü bedenleri görünce, hızlıca kardeşimin gözlerini kapattım.

"Farz et ki, oyunun içerisindeyiz. Bu yollar bizi zafere götürecek, kazanacağız değil mi Zeynep'im?"

"Abi burası çok kötü kokuyor." diyerek olduğu yerde öğürmeye başladı.

"Üç dediğimde hızlıca koşacağız tamam mı?"

"Ayaklarım, ayaklarım çok acıyor..."

Dizlerimin üzerine çömelerek: "Haydi sırtıma bin, çabuk!" diyerek bakışlarımla kardeşime sımsıkı sarıldım. Ardından bütün gücümle sınıra doğru koşmaya başladım.

"Sakın başını kaldırma." diye bağırarak bir süre daha koşmaya devam ettim. Sol kolumu sıyırıp geçen mermi canımı acıtmaya yetmişti. Acı içinde dişlerimi sıkarak: "Az kaldı, çok az kaldı. Sen de görüyorsun değil mi? Bak Zeynep karşısı Türkiye, oraya bir vardık mı her şey tamamdır." diyerek sırtımdan aşağıya doğru kaymaya başlayan kardeşime hafif de olsa sitem ederek: "Eee be kardeşim, kollarını boynuma dolasana." dedim ve ardından kardeşimin sağ elini tutarak: "Geldik sayılır be Zeynep"im... Geldik, geldik."

Sınırı geçtikten sonra derin bir nefes alarak geriye doğru baktım. Doğru olanı mı yapmıştım yoksa yanlış olanı mı inanın bunu hiç bilmiyordum. Bir süre öylece kesik kesik nefes alarak dinlendim, ardından sırtımda uyuya kalmış olduğunu düşündüğüm kardeşimi nazikçe yeni filizlenen ekinlerin üzerine koyduğumda dehşet içinde gözlerimi açtım. Damarlarımdaki kanın hızlıca çekildiğini hissediyordum. Titreyen ellerimle, başından akan kanlara dokunmaya yeltendiğimde, etrafımızı saran askerler olan biteni anlamak istercesine kardeşimin ölüsünün yanında duran aciz çocuğa bakıyorlardı. O aciz çocuk bendim.

"Koruyamadım komutan, koruyamadım..." dedim hıçkırıklarının arasından. Kardeşimin bedenini ekinlerin arasından kaldıran askerlere dönerek: "Bu bizim suçumuz değil, savaşın ne demek olduğunu bilmezdi kardeşim. Bu bizim suçumuz değil, değil.... Hem de hiç değil..."diyerek hüzünle toprağı sıktım. Avucumun içine aldığım toprağı koklayarak: "Halbuki avucumda tuttuğum bu toprak bile hepimize yeterdi, paylaşmayı bilseydik eğer... Paylaşmayı bilseydik eğer..." diye tekrar ettim sessizce...

-SON-

Okuyan herkese teşekkür ederim. İyi veya kötü her yorumunuz benim için önemli :)

ÖYKÜ DÜKKANIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin