Gecenin en çıplak saatleriydi. Ahşap duvarlı odanın bir köşesindeki soba, içindeki ateşin yorgunluğuyla iyice sessizleşmişti. Fakat sobanın üzerinde kendi hâlinde duran ufak cezve taşıdığı tarçınlı suyun kokusunu hâlâ yayıyordu etrafa. Yoksa koku çoktan her tarafa sinmiş miydi? Bu da mümkündü.
Ağzında bir o tarafa bir bu tarafa çevirmekten bıkmadığı karanfil de tatsızlaşmıştı artık. Bu sebeple, genç adam, oturmakta olduğu sandalyeden kalktı ve hemen karşısındaki, pervazı tozlanmış pencerenin yanına gitti.
Metal kolu çevirince titreyerek açıldı pencere. Sıcakla soğuk birleşirken orta yerde, güçlü bir dalganın kıyıdaki taşları aldıktan sonra geri çekilirken yaptığı yuvarlanma hareketinin göbeğinde kalmış gibi hissetti ve biraz durdu. Tertemiz havayı ciğerlerine doldururken kaşları çatıldı.
"Yağmur yağacak." dediğinde sesini duyan tek kişi olduğu için bir üzgünlük hissetmeyi bekledi. Beklediğini bulamayınca bakışlarını umursamaz bir erkek çocuğu edasıyla fark etmeden izlemekte olduğu ağaçtan evin dibindeki karanlığa yöneltti. Şu koca ağacı pek ürkütücü bulurdu, yine de ilk denk geldiği o olurdu buradan her baktığında. Tepesini çoktan yuttuğu yalnızca ince sapı kalmış karanfili aşağı sarktığı sırada dişlerinin arasından bırakıverdi.
Odaya döndüğünde sinsi bir kararsızlığın içine yuvarlanmıştı. Zihni bir şeyler karalayıp siliyor, yüreğiyse olduğu yerde bundan habersizce duruyordu. Hızlı giden bir trenden fırlayıp düşmüştü bir kenara, tren gözden kaybolup gitmiş ve o, zamanın rayından çıkmış gibi kalakalmıştı. Şöyle bir baktı duvarlara, duvarda yan yana asılı üç guguklu saate. Masanın üzerindeki fotoğraf yığını da önemli bir işi yarım bıraktığını düşündürünce az önce kalktığı sandalyeye tekrar oturdu, ayaklarını yanına çekip bağdaş kurdu.
Annesi genç adam lise çağındayken ölmüştü. Oğlunu okula yolcu ederken karşısına geçip "Ekrem'im." der ve yüzünü iki eliyle kavrayıp güzel dileklerde, öğütlerde bulunurdu. Sonra annesi öldü Cahit Ekrem'in; bir müddet yalnız başına çıktı kapıdan. Ara sıra kendi ellerini koydu yanaklarına, babasının, bu hareketini görmeyeceğinden emin olduğunda. Şimdi, babasını da beş sene önce kaybetmiş hâlde otuzuna yaklaşmış, yalnız başına yaşayan bir adamdı. Ölüm bunca yakın ve böylesine basitti fakat insanlar, ölmek dünyanın gerçekleşmesi en zor olayıymış gibi davranmaktan vazgeçmiyorlardı. Kalan, fotoğraflar olunca farkına varılıyordu ki zaman çok kıymetli şeydi.
Zaman geçtikçe ağlaması zorlaşıyordu; gözyaşlarını yüreğinden gözlerine itmeye çalışsa da bir yerlerde geniş bir pamuk tüm yaşları emiyordu ve Cahit nefes aldıkça da gizli bir el tarafından sıkılıp suçluluk duygusu olarak Cahit'in ruhuna damlatıyordu içindekini. Suçluluk duygusunu böyle yakından tanıması için bir sebebi yoktu aslında, doğrusu sebep de aramamıştı bugüne dek. Buna rağmen derinlerinde bir yerde açıkça görülüyordu ki ruhunu o duyguya bulandıran en büyük fırça, ağlayamıyor olmaktı.
Bir çırpıda topladı fotoğrafları. Masanın boş yüzeyine bakarken düşündüğü hiçbir şey yoktu. Sürahiye uzanıp bir bardak su içtikten sonra albümü kolunun altına alıp kalktı. Koltuğa kıvrılıp albüme sarıldı, gözlerini kapattı.
Buz kesmiş ayaklarının verdiği rahatsızlıkla uyandı, bu biçimde uyanmayı hiç sevmiyordu. Tabii şikâyetini ayaklarına ya da soğuk eve bildirmesinin anlamı yoktu; ayakları hava sıcak olduğunda bile üşümeye devam edecek, evse hiçbir zaman yeterince ısınamayacaktı.
Doğruldu ve yere düşmüş albümü koltuğun üzerine güzelce bıraktı. Düşüncesini resmiyete dökmekten kaçınıyordu ama albüm düştüğü için de içten içe kendisini suçlamıştı. Sadece birkaç fotoğraf, diye söylendi. Kendisine acıyıp durması canını sıkıyordu. Hayatını elleriyle kurmak yerine kurulu bir hayata dâhil olmak zorunda kaldığından bir bakıma haklıydı. Kurulu hayat dediği de boş bir evden, yalnız sürdürdüğü bir işten, birkaç insandan ibaretti. Ailesinden kalan iki katlı ev, saat dükkânı, dükkâna nadiren uğrayan dedesi, gözlerinin alıştığı iki üç müşteri... Ve dükkânın bulunduğu sokak, dükkânın önündeki minik masa. Gün içinde yapmayı en sevdiği şey o masada çay içerken etrafı, sokaktan geçip gidenleri izlemekti. Olur olmaz zamanda hüzne boğulmakta nasıl zorlanmıyorsa ufak tefek şeylerin peşinde koşarak mutlu olmayı da iyi beceriyordu.
Şu evin kafasında yarattığı düşünce kalabalığından bir an önce kurtulmak istedi. Diğer ikisinin arasındaki, vakti doğru söyleyen tek gugukluya baktığında sekizi on geçtiğini görünce ayaklandı. Ağır hareketine rağmen başı dönmüştü, bunu aç oluşuna bağladı. Az sonra evden çıkacağı için de sobayı yakma fikrini bir çırpıda yok etti, dükkâna gidene kadar elbette bir şekilde ısınacaktı.
Ayaklarına çoraplarını geçirdi, terliklerini giyip mutfağa gitti. Bayatlamak üzere olan ekmeği balla tereyağı eşliğinde yedikten sonra bir bardak ılık su içti. Bu kahvaltı tarzını babasından kapmıştı. Hem insan yalnızken aklına öyle muazzam kahvaltı sofraları gelmezdi, ağzına bir iki lokma atması ve midesini bastırması yeterdi.
Hemen diş temizliğini yaptı ve balkon penceresinin önünde duran naneden bir yaprak koparıp ağzına attı. Nane yaprağının ağzına yaydığı şu inanılmaz tat, zihnini aniden açıyordu sanki. Onu kendi parmaklarıyla dilinin üzerine bıraktığını bilmese yaprak öyle güzel gizlenebilecekti ki. Cahit de bir nevi nane yaprağıydı; girdiği tüm kalplerde ferah bir koku bırakırdı. Ne var ki insanlar kokunun nereden geldiğini anlamazlar, içlerindeki Cahit rüzgârının geçip gitmesine farkında olmadan izin verirlerdi.
Daha fazla oyalanmadan siyah kabanını aldı ve merdivenden ine ine giydi. Dış kapıdan çıkar çıkmaz hatırı sayılır ekim soğuğu yapıştı yüzüne. Başını sağına çevirdiğinde görebildiği deniz epey görkemliydi bugün. Topraksa kuruydu, demek hâlâ biriktiriyordu gökyüzü yağmuru.
Bisikletine atlayıp şehrin merkezine giden patika yolları takip etti. Pedallara yüklendikçe ısındı vücudu ve nihayet dükkâna vardığında soğuğu üzerinden atamayan, elleriydi sadece. Bisikleti park etmek için önce karşı kaldırımda kaldı. O sırada, daha da erkenci olan kuyumcu Ömer "Günaydın." diye seslendi. Dükkânları yan yanaydı ve çaylarını çoğu zaman şu masada beraber içerlerdi, iyi adamdı Ömer.
Kulakları sesi sindiren Cahit de hemen dönüp karşılık verdi. Dokunamadığı beyazlığın üzerine yeni bir gün daha çiziliyordu işte, gün öncekilerden pek de fark yaratmadan işliyordu. Neden kalemi kavrayıp sayfayı istediği gibi dolduramadığını anlayamıyordu. Neyse ki mevsim sonbahardı, hiçbir şey bu güzelliğin geri planda kalmasına sebep olarak bozamazdı ağzının tadını. Ağzındakini çiğneyip yuttu.
Müşteri beklerken oturduğu yerden yine sokağı izliyordu ki bir anda tüm algıları açıldı, avucunun sardığı çay bardağı derisini eritti sanki. Uzun kirpiklerinin altında parıldadı açık renkli gözleri. Hiçbir sonbahar rüzgârını bu denli derinden hissetmemişti. Önünden geçip giden krem rengi paltolu şu kadın, burnuna inanılması güç güzellikte bir koku armağan etmişti; Cahit ciğerlerinin her bir noktasını bu rüzgârla doldurmaya orada ant içmişçesine kabarttı göğüslerini.
Kabanının yakalarını kaldırdı ve kadın sokağın köşesinden dönüp de gözden kaybolana dek yürüdükçe dalgalanan sarıya çalar kumral renkteki saçlarına bakmayı sürdürdü.
Burnundaki koku silinip gitmesin diye tuttuğu nefesini bırakmayacaktı ki böyle yaptığında kokuyu alamadığını anlayıp toprağına yeniden su yürüyen çorak bir arazi gibi soluk alıp vermeye başladı. Çekinmemeliydi ruhuna güzel şeyleri dolamaktan insan ve güzel şeylere kendini katmaktan.
Tebessümü güçlendi. İşte, gerçek olduğuna inanılamayacak derecede güzel olan manzaralar kadar, gerçek oluşuna aklın ermeyeceği insanlar da vardı bu dünyada. Onları bulmak, onlara sarılmak ve sevgiyi onlardan hiç eksik etmemek lazımdı.
"Hayırdır Cahit, çay çok mu hoşuna gitti?" Ömer iskemleyi çektiği gibi oturdu.
"Evet, hiç bu kadar güzel çay içmemiştim." Bardakta kalanı bir yudumda bitirdi. Dirseğini masaya dayadığında ve elmacık kemiğinin üzerine incecik bir yağmur damlası konduğunda hâlâ tebessüm ediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgârınla Kal
General FictionGüneş batıyordu. Deniz çekiyordu içerisine büyük ışıltıyı, alizarin rengini alıyordu gök. O rengin içerisindeydi adam; zihni denizin tuzuna hapsolmuş, gölgesi dalgalara iltica ediyordu. Gün oldu, bir rüzgâr doğdu kısır topraklarında. Mucizesi o kadı...