Dünya düzdür, dümdüzdür. Haddinden fazla ilerleyen herkes görecektir, aşağısı karanlık bir uçurumdur. Kimisi ayaklarına bağladığı yıldızlarla atlar kıyıdan ve ölüsü karşılık bulmayacak umutla birlikte çürür; kimisi tutmaya çalıştığı eller tarafından itilir, kemikleri kanlı bir hüsranla parçalanmış olur dipsiz karanlıkta. Kimisi vardır ki uçuruma bir adım kala yavaşlayıp dizlerinin üzerine çöker ve başını temkinlice uzatır aşağı, koklar dünyanın tüm kirini ve pasını. Dünya düzdür, dümdüzdür ve bundandır, dünyası hiç tersine dönmemiş kimseler halının altı tertemizmiş gibi tasasız durur, oysa tüm pislikler halının altında kurumuştur.
Cahit dükkâna vardığında tüm kuruntularından kurtulmuş vaziyetteydi. Tekerlekler tam durmadan sürttü ayağını yere, alelacele inip bisikletini park etti. Bisikletin sağ koluna asmış olduğu şeffaf poşeti alırken iki arabanın sokakta ağırca gidişini görünce "Beni mi beklediniz be." diye serzenişte bulundu. Sokak boşaldığında koşar adımlarla karşıya geçti. Cebindeki anahtarları çıkarıp kepengi kaldırdığında orada patlayan sesin Ömer'i dışarı çıkaracağını ve ondan bir ton laf yiyeceğini biliyordu. Düşman mı vuruyorsun, az yavaş, dedi dişlerinin arasından kendi kendine.
Tahmin ettiği gibi oldu, sesle birlikte dışarı fırladı. "Oo," dedi kollarını iki yana açarak. "Cahit Efendi, biraz erken olmadı mı?"
"Uyanamadım abi, bir görseydin, yatak bırakmadı bir türlü."
"Sen onu benim külahıma anlat. Ulan, hastalıktan ölsen bile şuraya erkenden gelirdin. Yatak bırakmamışmış!" Elindeki tezgâh bezini masaya atıp iskemleye oturdu. "Ne o, pazartesi sendromu dedikleri şeyden falan mı yoksa?" Cahit'te başka bir cevap olduğunun farkındaydı.
Dükkânın kapısını açmak için Ömer'e arkasını dönmek zorunda kaldıysa da içeri girmeden geri adım atıp karşısına oturdu. "Hem de ne sendrom. Bakma, hiç gelmeyecektim ama seni özledim, dayanamadım." Gülüştüler. "Poğaça aldım, seninkilerden de var."
"Hah, bana bunlarla gel oğlum! Dur, çayı getireyim." Hevesle kalktı.
Şu adamın günün her saatinde sıcak çayı oluşuna bayılıyordu. O gelene kadar poğaçaları kese kâğıdından çıkarıp masaya serdi. Ömer geldiğinde üzerine konan iki çay fincanıyla birlikte tamam olmuştu ufak masa.
Sessizleşmişlerdi, sokaktan geçenlerin silik gürültüsü duyuluyordu yalnızca. Sonrasında gelecek büyük büyük cümleleri ortalığa takdim eden bir sessizlikti bu. An doğmuş ve düşünceler, zihinlerinden dudaklarına süzülüp oradan çıkamadan kafataslarının içinde susmuştu, sustukları yerde can çekişiyorlardı. Nihayet, zonklayan şakaklar kırmızı halıları serdi; ıssızca doğan an Ömer'in kendinden yargılı düşüncesini doğurdu: "Geçen günden beri neden böyle tuhafsın Cahit Efendi?"
Cahit tam da poğaça parçasını ağzına götürürken gelen soru karşısında boşluğa kilitlendi. Açık ağzını bir güzel kapatıp poğaçayı masaya bıraktı. Ellerini birbirine vurarak kırıntılardan kurtuldu, sonra işaret parmağının üstüyle dudağının kıyısındakileri düşürdü. "Abi," dedi durgunca. Yutkundu. "Neden öyle düşündün?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgârınla Kal
General FictionGüneş batıyordu. Deniz çekiyordu içerisine büyük ışıltıyı, alizarin rengini alıyordu gök. O rengin içerisindeydi adam; zihni denizin tuzuna hapsolmuş, gölgesi dalgalara iltica ediyordu. Gün oldu, bir rüzgâr doğdu kısır topraklarında. Mucizesi o kadı...