Uykunun en keyifli saatlerinde sere serpe yatıyordu. Kasımın ilk pazarının keskin sabah güneşi hiç kaçınmadan odaya hücum edince rahatsız olup hareketlendi. Dün gece, sobalı büyük oda yerine kendi odasına geçmeyi ve özlediği yatağında uyumayı koymuştu aklına. Tabii odası buz gibiydi, kat kat giyinse de, paçalarını çoraplarının içine sokup ayaklarını birbirine sürtse de uzun süre faydasını görememişti bunların, ısınamadan uykuya dalmıştı, ara ara gözlerini açtığında bile hâlâ soğuktu her bir yanı.
Ayılmamak için kolunu gözlerine siper etti, ancak o zaman, kolunun dışarı çıktığı anda donmasıyla anladı ki burnuna kadar çektiği yorganın altı sıcacık olmuştu, nefesiyle ısıtmıştı kendini. Yorgan soğuk bir duvar işlevindeydi yalnızca. Bu zamana dek buna benzer çok insan tanıdığını düşündü, duvar duvar insan, insan insan duvar, duvar gibi insanlar. Mantığının ötesinde ipsiz sapsız düşüncelere daldığına göre uyanıyordu işte, bu kadardı, güneş yapmıştı yapacağını.
Kolunu yeniden yorganın içine soktu, cesaret edip kalkması zaman alacak gibiydi. Yastığı dikleştirip ona uyum sağlarken gözlerini iyice açıp kırpıştırdı, başının yükselmesiyle denizi görebiliyordu artık. Daha dikkatli bakınca beyaz perdenin kıpırdanışını sezdi, pencereyi ne ara açtığını anımsayamadı, üşümüştü ama olsun, iyi ki de açmıştı. O sırada şaşılacak bir hızla doğruldu, yere sarkıttığı ayaklarına, yatmadan önce ağızlarını yatağa çevirdiği terlikleri geçirdi. Üzerindekinin fermuarını, yakası çenesinin çevresini saracak biçimde çekti. Ayaklanıp rüzgârın kıyısına gitti, perdeyi yana kaydırıp pencereyi tamamen açtı. Duraklamadan esti suratına, tepesindeki dağınık saçlar uçuştu. Tümsekleri pembeleşmiş ellerini pervaza dayayıp tertemiz havayı içine çekti. Biraz daha öne eğilip etrafa göz atınca pencerenin önüne kim bilir ne zaman koyduğu nane saksısına rastladı, toprakla birlikte çürümüştü içindeki. Bir şeylerin yitip gitmesine çoktandır alışıktı ama bu savunmasızca yok olmuş naneler, yabancı bir sızı bıraktı yüreğine. Minik yaprakların ölümü, Cahit'in içine köksüz bir yaşam bahşetmişti. Deniz bu yana koşan rüzgârın kovasına sertlik katınca gözlerini kapattı, yeniden yaşadı.
"Yalan söyledim, ödeştik."
Hayretler içinde kalan Cahit, ne olup bittiğini tam manasıyla kavramak için uğraşmadı. Bunun yerine şemsiyeyi açıp yukarı doğru kıvrılan kolu kavradı, tam ortada bir yere hizaladı çatılarını.
Adımlarının ve yağmur damlalarının yankıları dışında oluşan sessizlikte Zühre içinden gülüyor olmalıydı, yüzüne bakabilseydi belki dudağında da görürdü gülüşünü. "Ben yalan söylemedim ki sana." diyerek sonunda attı ağzındakini, muzip bir kibirle başını kaldırmış, doğruca sokağın ucundaki karanlığa bakıyordu.
"Ne?" diye dönüverdi Zühre, dudağının kenarında gerçekten de yarım bir tebessüm kalmıştı. "Güldürme beni."
"Zaten gülüyorsun." derken Zühre'ye hâlâ bakmıyordu. "Ayrıca, diyorum, sana yalan söylemedim; yalan söylemek zorunda kaldım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgârınla Kal
General FictionGüneş batıyordu. Deniz çekiyordu içerisine büyük ışıltıyı, alizarin rengini alıyordu gök. O rengin içerisindeydi adam; zihni denizin tuzuna hapsolmuş, gölgesi dalgalara iltica ediyordu. Gün oldu, bir rüzgâr doğdu kısır topraklarında. Mucizesi o kadı...