Gözlerimi açtığımda gün ışığı yüzümde dans ediyordu. Kemiklerime kadar ısınmıştım.
Böyle sabahlara alışkın değildim. Annemle babam öldükten sonra yıllarca yetimhanenin soğuk metal yatağında uyanmış, on dört yaşıma bastığımda tuz madenlerinde çalışmam için idare birliğine teslim edilmiştim. Bir yıl kadar önce madenden kaçmayı başarana dek, gün ışığıyla münasebetim ayda birkaç kereyle sınırlıydı. Açık kuzeyli tenim yıllar içinde daha da soluklaşmış, incelip hassaslaşmıştı.
Bunu düşünmemle birlikte hatıralar zihnime doldu. Yattığım rahat yatak benim yatağım değildi. Uzun zamandır kendi yatağım yoktu ama uyandığım yatağa hiç bu kadar yabancı da olmamıştım. Bu gün ışığı, bu oda, açık yeşil işlemelerle süslü bu zarif tavan... Hiçbiri bana ait değildi.
Yatakta aniden doğrulunca karnıma saplanan sancıyla iki büklüm oldum. Birkaç dakika boyunca nefes almaya odaklanmak dışında bir şey yapamadım. Kendimi çok bitkin hissediyordum. Midem bulanıyordu; birkaç kez öğürdüm ama midem bomboş olduğundan hiçbir şey çıkmadı.
Esnek bir kumaş parçası belimin etrafına sıkıca dolanmıştı. Kumaşı göğüs dekoltemden görebiliyordum. Üzerimdeki kemik rengi saten gecelik, bedenimi örtmekte iyi bir iş çıkarmıyordu. Kendi giysilerimin nerede olduğunu ve bana bunu kimin giydirdiğini düşünmek istemedim. Daha öncelikli sorunlarım vardı.
Yataktan kalkıp sallanan sandalyenin üzerindeki küçük battaniyeyi omuzlarıma sardım ve kapıya doğru yürüdüm. Odada yatak, elbise dolabı, sallanan sandalye ve aynanın önündeki şifonyer dışında bir şey yoktu; koridor da en az oda kadar sadeydi. Uzunluğu, genişliği ve duvardan kısa süre önce çıkarıldığı anlaşılan tablo izleri, bana buranın bir zamanlar görkemli bir malikane olduğu izlenimini vermişti. Şu anda o görkemli halinden eser olmamakla birlikte, ürperticiydi de.
Koridoru daha hızlı adımlarla geçtim ve merdivenlerden çıplak ayaklarımla indim. Aşağısı boş ve sessizdi. Ortadaki sehpanın üzerinde porselen bir vazo vardı. Bu evdeki belki de en taze şey olan içindeki çiçekleri çıkarıp yere attım ve içindeki suyu döküp vazoyu sağ elimle kavradım. Bana hançerimin verdiği güveni vermiyordu. Sahi hançerim neredeydi? Eğer onu kaybettiysem kendimi asla affetmezdim.
Usulca birkaç adım attım. Sağ taraf büyük bir salona, sol taraf yukarıdaki kadar geniş bir koridora uzanıyordu. O taraftan bazı sesler geldiğini işitince koridora yöneldim. Kapalı duran kapıları geçtim. Burası yukarısı kadar ışık almıyordu. Karanlık ve artan sesler tedirginliğimi tetikliyordu. Takırtıların, kahkahaların ve homurtuların merkezi en dipteki odaydı.
Elimi tokmağın üzerine koydum, bir nefes aldım ve kapıyı içeri doğru savurarak açtım.
Karşımdaki manzara tek seferde algılayamayacağım kadar tuhaf ve dağınıktı. Öncelikle içerisi bir yatak odasıydı. Çok dağınık olduğundan karar vermek zordu ama şişkin bir yığını andıran yatağı ve içindeki bütün giysiler etrafa saçılmış olsa da, elbise dolabını seçebilmiştim. O elbise yığınlarının üzerinde ellerinde votka şişesiyle dans eden iki yarı çıplak kadın vardı. Şişelerini tokuşturuyor, anlamsız kahkahalar atıyor ve ortalığı, sanki yeterince dağınık değilmiş gibi, daha da dağıtıyorlardı.
Şaşkın bakışlarımı odadaki üçüncü kişiye çevirdim. Yatağın ayakucunda, yere atılmış minderlerin üzerinde bir adam kaykılmış oturuyordu. Kızlar onun için dans ediyormuş gibi görünse de, o elindeki not defterine sanki üzerinde ölümün çaresi yazılıymış gibi bir dikkatle bakıyordu. Dudaklarının arasında daha önce hiç görmediğim türde ince, siyah bir sigara vardı.
Orada dikildiğimi fark edince dalgın bakışlarını yüzüme çevirdi. Dışarı üflediği duman tabakasının arkasındaki gözlerini tanımıştım. Beni Rimmon'un dişlerinden kurtaran mavi gözlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIZIL ORMANIN ŞARKISI
FantasiaKimse canavarları avlamaya uzun süre devam edemez, bizzat onlardan birine dönüşmeden. Alina öldürülen ailesinin intikamı için yola çıktığında, o yolun, ruhu en az ateş mavisi gözleri kadar yanardöner olan bir adam, bir kurt ve kızıl bir ormanın çevr...