2

17 2 0
                                    

İsmini öğrenme olayı, tesadüfen yolda karşıma çıkması ve üstüne bir de bu özel okula benim kazanıp da annem istemedi diye gitmediğim fen lisesinden gelmesi... İşte bu, yeni bilgiydi.

Bunun adına stalk deniliyordu. Sosyal medyadan hesabını bulup yedekte duran fake hesabımdan ona istek atmıştım. Ve ertesi gün, isteğim kabul edildiğinde o fotoğrafı gördüm. Öğretmeniyle çekildiği, kesinlikle çok yakışıklı olduğunu söylemem gerekiyor, fotoğrafın üzerindeki konum yerinde geldiği okulun adı yazıyordu.

Başta çok acı vericiydi. Şehirde kalma kararımı uzun süre tekrar sorgulamama neden olmuştu. Şehir dışındaki o okulu kazanamayacağımı düşündükçe ağladığım, ağlamaktan uyuyamadığım geceleri hatırlıyordum.

İçimden bir parçamı koparmışlar gibi canım yanıyordu ve onu takıntılı hâle getirmem bunun üzerine başlamıştı.

Tarifi imkânsız pişmanlığım had safhaya ulaşmış, sayfalarca verilen ödevlerden başımı kaldırmaya vaktim kalmamışken, uyukladığım bir ders arasında yüzümü yıkayıp açılmak adına lavaboya gittim. Aynadaki yansımamda ağladı ağlayacak bir velet gördüm. Velet...

Belki de gitmeliydim, özel okul benim neyimeydi? Zengin züppelerle doluydu burası. Ayrıca arkadaşım yoktu, hoş, olduğu zamanlar da çok nadirdi.

Kendimi bildim bileli yalnızdım. Babam yoktu, annemle aramdaki aşırı yaş farkı anlaşmamızı zorlaştırıyordu, güvendiğim hiçkimse yoktu.

Hep ezilmiştim bugüne kadar, arka planda kalmıştım, itilip kakılmıştım, kuzenlerim tarafından aşağılanmıştım, akranlarım beni hep dışlamıştı.

Büyüdüğümü fark ettiğimden beri bazı anlar bunu kabullenemiyor, etrafımdakiler gibi davranıyordum. Birilerinden hoşlandığımı düşünüp kendimi kaptırmam da bu yüzdendi.

Lavabodan, yüzümü ifadesizliğe bürüyüp öyle çıktım. Başımı kaldırıp öğretmenler odasının önünden geçerken gördüm onu. Elinde bir test kitabı ve kalem, gözleri birini ararcasına dolanıyordu etrafta.

Ellerimin terlediğini, kalbimin göğüs kafesime hızla çarptığını hissettim. Sarhoş gibi yamuk yumuk yürüdüğümü düşündüm, belki de gayet düzgün yürüyordum. Boğazımda koca bir lokma kalmış gibi nefesim kesildi, yanından geçerken dar koridorda ona değmemek adına duvara yapışarak yürüdüm ve onun gözleri bir an için bile bana kaymadı.

Sınıfa vardığımda hayalet gibi davranıyordum. Kendime gelmem için tarih dersini atlatmam gerekiyordu. Zaten pek kendimi vererek dinlediğim bir ders olmadığından düşünmek için oldukça zamanım vardı.

"Göç nedenlerini iyi bileceksiniz, arkadaşlar."

Nefesi yetmeyerek konuşan hafif balık etli öğretmenimize biraz olsun kulak asmadım bu kez. Yine etrafımdakiler gibi davranıyordum çünkü. Yazılılar bitmişti ve... Pekâlâ, onu düşünmek içindi.

Simsiyah parlak saçları, dimdik duruşu -ben öyle dik durunca kasıntı gibi oluyordum- hafif kemerli ama yüzünü müthiş bir oranla tamamlayan burnu, aylarca çalışsam bile onun kadar beceremeyeceğim düzgün yürüyüşü, saygı görüşü, kendinden her an emin bakışları, basketbol oynarken oluşan gözündeki zevk parıltısı... İdealleri vardı ve zevklerini hemen o ideallerin altında tutuyordu; her teneffüs top oynayanların aksine soru sormak için öğretmen arıyor, bazı öğlenler yemekhanenin yanındaki sahada arkadaşlarıyla basketbol oynuyordu.

Boks maçı izlemeyi sevdiğini de stalk yaptığımda öğrenmiştim, sporla ciddi anlamda ilgilendiği çok belliydi. Vücudu çok düzgün ve yapılı sayılırdı. Belki de dövüş dersleri almıştı, kim bilir?

Kimseyle tartışırken, sinirliyken ya da büyüklerin tabiriyle haylazlık yaparken görmemiştim. Beyefendi, saygılı, nerede nasıl olunması gerektiğini bilen...

Bunca özelliğini sadece dışarıdan izlemelerimle anlayabilmiştim. O mükemmeldi ve ben hayallerimde o mükemmeli arzuluyordum.

Bu o kadar da doğru değildi, eğer mükemmel değilsen öylesini istemeye hakkın yoktu. Ayrıca, o ve ben imkânsızdı. Ben, herhangi birisiyle de imkânsızdım. Her anlamda yalnızlığa mahkumdum zira.

"Bedende ne oynuyoruz?"

Dersin bittiğini sınıfımızın hormonlu zürafası tahtanın önüne geçince anladım.

"Futbol oynayalım aga ya, kaç derstir voleybol oynuyoruz. Kızlar da bu sefer itiraz etmeyiversin işte."

Hafif sokak ağzına sahip olan sınıfın erkekleri, kendi arasında tartışırken bana bir aydınlanma geldi.

Artık lakabımın ve hakaret olarak söyledikleri 'inek' tabirinin hakkını verme zamanıydı. Bunu yapabilirdim. Zorlanacaktım, bilincindeydim ama kafama koymuştum. Çalışmak o kadar da zor olmamalıydı.

Avının peşindeki aslan gibi yerimden fırlayıp dolabıma adeta saldırdım. Elime geçen ilk Matematik kitabını kaptığım gibi delirmişçesine çözmeye başladım. Tarihin ikinci dersinde de sıranın altından çözmeye devam ettim, öğretmen fark ettiyse bile ses çıkarmadı.

Kısa sürede onca soru çözmüş ve tatmin olmuş bir şekilde testleri kontrol edip yanlışlarıma göz attım. Anladıklarımı es geçip anlamadıklarımı fosforlu kalemle işaretledim. Kalem ve silgimi elime aldığım gibi de sınıftan çıktım. Aramızda yalnızca bir duvar olan sınıfına göz ucuyla baktım. Kapısı açıktı ve o da ayakta bir şeylerle uğraşıyordu.

Öğretmenlere dadanmam bu şekilde kendini gösterdi. Düzenli olarak soru götürür olmuştum öğretmenlere. Kendimi gerçekten inek gibi hissediyor, bunu onun için değil de kendim için yapmam gerektiği konusunda kendimi ikna ediyordum.

Yazılılar, öğretmenler odası ziyaretleri, evdeki kargaşa, sınıfa alışmak, yemekhanede onu dikizlemek, ona görünüp dikkatini çekmeye çalışmak derken birinci dönemi bitirmiştim.

Artık ciddi anlamda liseli olduğumu algılamış, ortama uyum sağlamıştım ama evden tarafta durumlar sanıldığı kadar kolay değildi...

Mükemmeli ArzulamakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin