Bir insanın kaybedecek hiç bir şeyi kalmamışsa bu hayatta insanlığından geriye ne kalır taşıdığı bedeninde..
Uğruna yaşayabileceğiniz kimse kalmadıysa, canınız yandığında sizin için endişelenen, üzülen sevdikleriniz yoksa artık, kimsesizseniz eğer yapabileceklerinizin sınırı olmaz. İliklerinize kadar işleyen saf acıyla baş başa kalırsınız..
Öyle ki boğulup içinizi kül eden acı dindikten sonra geriye bir tek öfkeyi bırakır benliğinize. Canınız yandıkça can yakmak.. canınızı alanlardan can almak isteyecek kadar büyük bir öfkedir bu.. O öfke harlandıkça beraberinde tek bir duygu armağan eder size o da intikam arzusu. Bir zaman sonra sizi yaşamak için ayakta tutan bu istek olur..
İntikam ateşiyle yanan koca bir boşluğun içerisinden, bir damla hissizlik lekeler ruhunuzdan kopup geçen ağıtlarınızı.
Önceden ağlayarak veya bağırarak kustuğunuz acıları daha sonra hissedemez hale gelirsiniz. Kan yerine öfke akar damarlarınızdan . Ağzınızı açıp aldığınız her bir soluk zehir olup yakar bedeninizi. İntikam ateşiyle beslersiniz ruhunuzu. Önceden korktuğunuz karanlık artık huzur veriyorsa, sizden daha tehlikelisi olmaz.
Ve ben artık karanlıktan korkmuyordum...
Gözlerimi karanlık bir yerde açtım. Beton duvarlardan oluşan bodrum katı gibi bir yerdeydim.
Soğuk olan betondan doğrularak nerede olduğumu anlamaya çalışmak için etrafıma bakındım. Ürperen bedenimi sakinleştirmek için ellerimi kollarıma sürtmeye başladım.
Buraya nasıl gelmiştim? Neden buradaydım? En önemlisiyse burası neresiydi? Endişeli ve birazda korkmuş bir şekilde olan biteni anlamaya çalışıyordum. Beynim durmuş gibiydi. Emin olduğum tek şey bu cehennem çukurunda yalnız olmadığımdı. Bu düşünce tekrardan ürpermeme neden oldu. Bu karanlık ve boğucu ortamı aydınlatan tek şey duvarda asılı duran meşalelerdi. Onlar sayesinde etrafı görebiliyordum. Etrafıma bakındığımda, mahzen gibi bir yerde olduğumu fark ettim. Bulunduğum yerden ileriye doğru bir kaç adım attım. Dar ve karanlık bir yol karşıma çıktı.
Titreyen ellerimle duvarda duran meşalelerden birini alarak ilerlemeye başladım. Arada arkamı kontrol ederek yolun nereye çıktığını bilmeden yürümeye devam ettim. Daha sonra adımlarımın kesilmesine sebep olan bir takım sesler duyunca olduğum yerde kaldım. Etrafıma bakınarak "kim var orada?" diye seslendim.
Bir süre karanlığın sesini dinledim. Sessizlikle ödüllendirildim. Sesli bir şekilde yutkunduktan sonra temkinli adımlarla yürümeye devam ettim. Her iki adımda bir arkamı dönerek kontrol ediyordum. Bir süre ilerledikten sonra karanlıkta kıpırdayan bir şey dikkatimi çekti. Ne olduğunu anlamak için elimdeki meşaleyi ileri doğru uzattım.
Arkası bana dönük bir şekilde, öylece duran bir adam sanki benim, ona gelmemi bekliyormuş gibi öylece duruyordu.
Bana doğru dönmeden kafasını hafif bir şekilde sola doğru çevirdi. Dudak kıvrımlarından hafif bir şekilde gülümsediği anlaşılıyordu. Ama bu gülüşün içten bir gülüş olmadığı çok belliydi. "Seninle bu kadar çabuk tanışacağımızı beklemiyordum" dedi.
Kiminle konuştuğunu anlamak için gözlerimi etrafta dolaştırdım. Benden ve karşımda ki adamdan başka kimse yoktu. Tekrar döndüğümde kahkaha atarak bana doğru döndü. Bana doğru dönünce ilk dikkatimi çeken kırmızı gözleri oldu. Bir insanın gözleri nasıl kırmızı olabilirdi ki? Gözlerimi hafif bir şekilde kısarak adamı incelemeye başladım. Keskin yüz hatlarına sahipti. Uzun boylu ve oldukça kalıplıydı. Saçları içinde bulunduğum karanlıktan daha siyahtı. Tanıdık geliyordu hem de çok. Ama onu nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Meleklerin Savaşı
FantasiaKanatları koparılmış, cennetten sürgün edilmiş bir meleğin düşüşü ne kadar sert olabilirdi? Kanadı kırılmış bir kuş, en fazla nereye kadar uçabilirdi? Yaşayabilir miydi, hiç alışık olmadığı bir dünyada? Evinden koparılmış, sırf bir ölümlü için bilme...