Henrietta, dikkatli bir şekilde babamın çayını tazelerken bahçede olağan halinden çok daha büyük bir sessizlik söz konusuydu. Kahvaltımızı bahçede yapmak istediğini söyleyen babamın arzusuna uyan Henrietta, sürekli içeri dışarı yapmak zorunda kalıyordu. Yorulduğunu görebiliyordum. Son zamanlarda babam hekim olmasının yanı sıra siyaset işlerine de atılmıştı ve işi evimize taşıyordu. Sık sık toplantılar düzenliyordu ve bu toplantıların tıpkı kendisi gibi kusursuzca işlemesini istiyordu. Henrietta tek başına yoruluyor olsa da, ailemize hizmet etmekten onur duyduğunu söyleyip kendisini hiçe saydığı için bu yaptığından nefret ediyordum.
Sessiz kalmasından yani.
"Henrietta."
Babamın otorite dolu sesi, Henrietta porselen çaydanlıkla geri çekilip tekrar içeriye döneceği sırada onu durduran yegane şey olmuştu. Çimlere adeta çivilendiğini düşündüğüm bez ayakkabılarının üzerinde dönerek babama baktı. Çaydanlığın altındaki ufak bezi nasıl sıkı tuttuğunu görebiliyordum.
"Buyurun efendim."
Efendimmiş.
"Akşam için burada özel bir davet veriyorum, benimle birlikte altı kişi olacağız. Yemeklerde, saygıda ve sunumlamalarda hiçbir kusur ya da noksanlık olsun istemiyorum."
Parmaklarım arasında tuttuğum gümüş çatalı o kadar sıkıyordum ki, o kadar kuvvetle mümkün olsa kırılırdı herhalde. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş bırakırken Henrietta ile gözlerim buluştu. Canımı sıkan şeyin ne olduğunu elbette çok iyi bildiğinden, beni dizginlemek adına uyarıcı bir bakış gönderdi. Daha sonra çok dikkat çekmemeye çalışarak başını yavaşça sallayıp babamı ve hiçbir zaman bitmek bilmeyen arzularından birini daha onayladı.
"Elbette Bay Taylor," dedi Henrietta. "Özel olarak arzu ettiğiniz bir yemek var mı?"
"Britanya için mühim olan iş ve devlet adamlarından birkaçı soframda olacak, buna layık bir ziyafet masası hazırlamanı istiyorum."
Henrietta bir kez daha kendisine yağdırılan emirleri başını sallayarak kabul ettiğinde, gözlerindeki ifadede bundan başka çarem yok yazdığını okuyabiliyordum. Bu ise içimdeki ateşi daha fazla körüklüyordu. Elbette bundan başka bir çaresi vardı. Sadece baş kaldıramayacak kadar kadınları ürkütmüşlerdi. Bu yüzden aslında neden eşit olmadığımızı savunmaya çalışırken kendimi bir anda erkeklerden nefret ederken buluyordum. Oysaki bu eşitliği savunmakta yanlış bir noktaydı. İşi kişiselliğe dökmek de öyleydi. Lakin bazı vakitlerde kendime engel olamıyordum. Özellikle babam domuzluk yapmakta ısrarcı olduğu vakitlerde bu neredeyse mümkün bile değildi.
Henrietta bizi yeniden yalnız bırakmak için içeriye döndü. Babam, yine hiçbir noksanlığın olmadığı sadece kuş sütü eksik kahvaltısını burun kıvırarak ederken gözlerimi suratına dikmiştim. Hep böyle bir adam olup olmadığını merak ediyordum. Bu denli gaddar, seviyesiz, ürkütücü ve çoğu zaman saygısız, sevgisiz olmaktan hiç mi sıkılmıyordu? Bütün bu etrafında gördükleri onu hiç mi rahatsız etmiyordu? Bazen öyle zamanlarım oluyordu ki, her şeye bu kadar muhalefet olurken ve çevremdeki herkes sessizliğe bürünmüşken sıkıntının bende olduğunu düşünüyordum.
Ama tabii, kendime gelmem uzun sürmüyordu. Sıkıntı benim sürekli baş kaldırır vaziyette olmamdan yana değildi; sıkıntı hatalara boyun eğmek mecburiyetindeymiş gibi hissedenlerdeydi.
"İşler nasıl gidiyor Bethany?"
Bana yine öyle seslendiği için öfkelenmeye başlasam da, buz gibi ifademi korumaya çalıştım. Omuzlarımdaki yün şalı düzeltirken babamın yüzüne bile bakmadan ona cevap verdim. "İdare ediyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ink In My Veins || hood
FanfictionYıl 1912, Büyük Britanya'nın ev sahipliği ettiği bir aşk hikayesi.