"Babamdan öylece izin alabildiğine inanamıyorum."
Charlotte gururlu göğsünü kabarttı. O kadar derin dekolteli ve abartılı bir elbise giymişti ki, geldiğimiz restorandaki bütün gözleri üzerine dikmeyi başarmıştı. Lakin pek de şaşırdığımı söyleyemezdim. Zira Charlotte her zaman dikkat çekmek isterdi. Abartılı ve cesur olmak onun varlığı için büyük önem taşırdı. Fark edilmek veya da yaptıklarıyla, giydikleriyle kendini fark ettirmek isterdi. Bazı zamanlar bunun için derin bir arzu duyduğunu düşünürdüm. Arkadaşımı çok severdim, buna diyecek sözüm yoktu. Lakin başka şekilde insanların dikkatini çekmekte zorlanıyordu. Sahip olduğu güzelliğini erkekler için erotik anlamda öne çıkarmanın hep önemli olduğunu söylerdi bana.
Eh, elbisesinden bunun aksini anlamak nasıl mümkün olabilirdi ki?
"Tam olarak benim izin aldığım söylenemez. Babamı kullandım."
Bunun da aksini düşünmemem lazımdı. Charlotte asla kendini yormazdı.
Sıkılmış bir şekilde etrafta gözlerimi dolaştırmaya başladım. Bütün bunların bir şey ifade etmesi gerekiyormuş gibi hissediyordum. Yani... tüm bu şaşaalı hayatın, gösterişin, zenginliğin, takınılan maskelerin ve sahte duyguların birer anlamı olmalıydı mutlaka. Aksi takdirde dünya hakikaten katlanılması zor bir yer olurdu. Ki, tüm bunlar olmamış olsa bile üzerinde yaşaması kolay bir yer olduğunu zannetmiyordum.
Neden böyle olmak zorundaydı ki? Demek istediğim, elbette bir Tanrı vardı. Buradaydı ve her şeyi görüyor, biliyordu. İçimize kadar, duygularımıza dek biliyordu. Bizi tanıyordu.
Öyleyse bunca adaletsizliğe, bunca acımasızlığa, kargaşaya, savaşa, ayrımcılığa ve ölüme niçin bir dur diyemiyordu? Bütün bunları görüyorsa, benim de yaşamımdaki tek ve yegane gayemden haberdar olmalıydı. Gururu ayakların altına alınıp bir paspas gibi çiğnenen bir sürü kadın vardı. Kocalarının veyahut babalarının gazaplarından kurtulamayan onca kadın için neden bir umut ışığı olamıyordu? Tanrı'ya güvenmemiz gerekiyorsa eğer, neden bizi kanatlarının altına almıyordu?
Yalnızca kız olduğu için ölüme terk edilen minicik bebeklerin günahı ne olabilirdi ki? Hatta ve hatta sadece tek günahı kadın olmak olan bunca insan, yalnızca burada mı hata yapmıştı?
Cinsiyetimiz yüzünden mi saygı duyulmuyorduk?
Veya hakikaten... neden erkekler değil de, biz kadınlar saygı duyulmaya ihtiyacı olan taraf oluyorduk? Ben de bu restoranda şarap ısmarladığımda bir erkeğin ısmarladığında normal karşılanıyor olduğu gibi normal karşılanmalıydım. İstediğim mesleği icra edebilmeliydim. Özgürce yazmalıydım. Dilediğimce okumalıydım. Var olmak için, kendi yolumu kendi kalemimle, kendi ellerimle ve kendi kağıdıma çizebilmek için niçin erkek olan birinin onayını almak yükümlülüğündeydim?
Eğer biz onun çocuklarıysak ve eşit yaratılıyorsak; neden biz kadınlar erkekler tarafından eziliyorduk?
Masa birden bire iki kişinin varlığının eklenmesiyle kalabalıklaşmıştı. Bu sayede ben de zihnimi karman çorman eden düşüncelerden biraz olsun kurtulma şansı bulmuştum. Bunları eminim çok sonradan düşünebilecek ve dilediğimce yazabilecek vaktim bol olacaktı.
Charlotte heyecanla oturduğu yerden ayağa kalktı. Lakin heyecanla dediysem, asla zarifliğinden ödün vermeyerek.
İkisi de sarışın, biri diğerine kıyasla biraz daha beyaz tenli olan, adam bizimle selamlaşıp kendilerine ayrılan sandalyelere oturdular. Charlotte'un sevgilisi Ashton Irwin'i bilirdim. Babası Britanya'nın büyük fabrikatörlerinden biriydi. Sanayi Devrimi başlatıldıktan sonra işleri hatrı sayılır ölçüde yolunda gitmişti ve ülkenin sayılı zenginlerinden biri haline gelmişlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ink In My Veins || hood
FanfictionYıl 1912, Büyük Britanya'nın ev sahipliği ettiği bir aşk hikayesi.