O gün benim için hiç akşam olmayacakmış gibiydi. Saniyeler dakikaları kovalamak için arsız bir mücadelenin peşine düşmüştü ama ben bu mücadelenin farkına bile varamayacak kadar babam denilen o domuza öfkeliydim. Artık ona 'babam' demek bile içimden gelmiyordu yemin ederim ki.
Charlotte ile yaşadığımız tartışma kalp kırıcı bir şekilde sonlanmadan önce bittiği için sevinmiştim. Biz birbirimiz için iyi arkadaşlar olmalıydık, en azından ben öyle olduğumuzu sanıyordum. Doğal olarak benim geleceğimle ilgili bildiği bu şeyi benimle paylaşması gerektiği gibi, başka bir adamı seviyor oluşuma saygı göstermeliydi.
Hem Charlotte'a hem de babam olacak o domuza çok öfkeli olduğum için, akşam benim için gerçekten de gelmek bilmedi. Üstümü çarşıya çıkabileceğim kadar özenle değiştirdikten sonra, fikirlerime bağlı kalmak ve karşı tarafın buna saygı göstermek zorunda olmasını sağlayacak olan bedenimin etrafındaki görünmez zırhımı kuşandım. Öfkemin dinmeyeceğini biliyordum, bu yüzden bunun olmasını beklemek çok absürt kalıyordu. Ben yalnızca... kendimi savunacaktım.
Evet, geleceğimin bir başkası tarafından saygısızca yönlendirilmesine müsade etmeyecektim. Bir insanın kendi fikirlerini arz etmesi çok başka, kafasında kurduğu kısıtlayıcı kurallarla başkasının biricik yaşamına izinsizce şekil vermeye çalışması çok başkaydı. Elbetteki insanların fikirleri benim için kıymetliydi. Lakin Emmett Taylor bendeki miladını çoktan doldurmuştu. Bu meselenin sonu neyle netice verirse versin, savaşmış olmanın verdiği kendime has güvenimi asla yitirmemiş ve boyun eğmemiş olmanın rahatlığı gönlüme bir taht gibi kurulacaktı.
Hayatım hakkında tek başıma kararlar da vermeyeceksem, ben neden yaşıyordum ki? Bu tarz ayrımcılıkları asla kabullenmezdim fakat şöyle de bir şey vardı; eğer ki düşünce ve bunun doğrultusunda bir karara varabilme yetkimi hadsizce ellerimden alırlarsa, özgürlüğü için gece gündüz demeden haykıran bir köleden ne farkım kalırdı ki?
Emmett Taylor ve onun bakış açısına sahip saygısız pek çok erkek ve kadının yaptıklarını niteleyebileceğim yalnızca iki kelime vardı.
Can pazarlama.
Kurbanlık koyun gibi seçilip, ömrümü ne bana ne de cinsiyeti şayet erkek olmazsa çocuğuma bile saygı göstermeyecek olan bir adam için feda etmem bekleniyordu. Oysaki bu... en fazla ne kadar mühim olabilirdi ki? Bu benim kaderimdi. Dünya benim odamdı, içinde yaşadıklarım benim ruhuma aitti. Ben kendime hastım, bu benim hayatımdı. Kaçıncı yüzyılda olursak olalım ben özgür olmak zorundaydım. Henrietta özgür olmak zorundaydı, annem özgür olmak zorundaydı, Charlotte özgür olmak zorundaydı, okumak isteyen milyarlarca küçük kız çocukları özgür olmak zorundaydı.
Kadınlar özgür olmak zorundaydı.
Babamın hekimlik yaptığı hastaneye vardığımda, zihnimin içerisinde hala bu öfke kokulu düşünceler ve yüreğimdeki kıvılcımlar cirit atıyordu. Göğsümün tam ortasında körüklenişini durduramadığım bir yangın vardı. İçeriye adımladığımda öfkemden dolayı şaşkınlıkla beni seyreden birkaç kişi mevcuttu. İçeride bir hastası olup olmadığına önem vermeden odasına dalıverdim.
İçeride kim mi vardı?
Luke Hemmings.
Ben içeriye o hışımla girince, ikisi de irkildi. Fakat Luke daha fazla ürkmüş gibiydi, babam elbetteki mükemmel kayınpeder olma rolünü sürdürme yükümlülüğündeydi. Sahteliklerle bezediği gülümsemeli maskesini takmış, bana gülümsüyordu. O kapıyı arkamdan çarparak kapatmış olmama rağmen hem de.
O masken öyle bir inecekti ki...
"Ne cürretle?" diyebildim yalnızca.
Bunda Luke'un ne kadar payı vardı bilmiyordum. Babamın benim hakkımda son derece olumlama yaptığını davetin yapıldığı gece bana anlattığında pek inanasım gelmememişti, fakat belli ki bunu yapmasının altında yatan tek bir neden vardı. Luke bundan habersiz ise -ki bana olan bakışlarından bunu anlamak mümkündü- babamın ne yapmaya çalıştığı da aşikardı. Ki bundan bahsedemeyecek kadar onun hakkında büyük bir utanç duyuyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ink In My Veins || hood
FanfictionYıl 1912, Büyük Britanya'nın ev sahipliği ettiği bir aşk hikayesi.