Akşamki düzenlenecek olan özel yemek davetine hazırlanmak için eve döndüğümde, içimde çok büyük bir sıkıntı vardı. Elbisemi seçip giyindikten sonra, saçlarımı örmesi için aynalı masamdaki ufak koltuğa oturduğumda Henrietta'ya belli etmemeye çalışarak sıkıntımın sadece bir kuruntudan ibaret olduğuna dair kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Bir başkasını da endişelendirir duruma getirmek beni üzüyordu. Özellikle ailemizin köklerinden itibaren bizimle birlikte olan birine bu bencilliği yapmaktan hoşlanmıyordum. Ama Henrietta'nın şüphe dolu bakışları benim sirke satan yüzümde dolaşıyordu. Aynadaki yansımamdan beni seyrederken diğer yandan da ince ince saçlarımı örüyordu. Biraz... fazla özen gösteriyordu. Her zamanki halinden yalnızca biraz daha fazla.
"Bu aralar seni hep böyle durgun görüyorum Beth," dedi Henrietta. Saç tutamlarımı birbirinin üzerinden atıp en sevdiğim örgü modelini yaparken, aynadaki yansımama ifadesizce bakmaya devam ediyordum.
"Sana öyle gelmiş-"
"Seni neredeyse ben büyüttüm, Beth. Yalan söylediğinde parmaklarınla oynadığını anlayacak kadar seni tanırım."
Haklıydı. Her şeye muhalefet olan birinin aniden sus pus olmasına şaşırması ve altını deşmek istemesi de çok normaldi. Çünkü Henrietta'nın da söylediği gibi, ben onunla büyümüştüm. Yalnız bir çocuk olarak.
Tıpkı geçenlerde babamın yüzüme çarptığı gibi.
Ben henüz çok küçükken, annem talihsizce vereme yakalandığında bir süre sonra evde bizimle kalmasına izin verilmemişti. Onu gidip görmek, ona sarılmak, o saf, tertemiz anne kokusunu içime çekmek imkansız bir hal aldığında yanımda hep Henrietta vardı. Bu yüzden her şeye rağmen babam onu sadece ailemizin bir yardımcısı olarak görse de, benim için bundan çok daha fazlası olacaktı. Hem de her zaman.
"Misafirler geldiler mi?"
Henrietta, konunun ben olmak istemediğimi anladığında buruk bir şekilde gülümsedi fakat daha fazla üstelemedi de. Gözlerime o şüphe kokan bakışlarla bakmaya da bir son vermiş, örgümü bitirmeye odaklanmıştı artık. Başını yavaşça sallarken "Evet, içkilerini servis ettikten sonra senin yanına geldim hemen. İş konuşacaklardı bu sırada tahminimce." diye açıkladığında, belli belirsiz bir şekilde başımı salladım.
Babam yine ne haltlar karıştırıyordu bilmiyordum. Ama burnuma temiz şeylerin kokusu geliyor olsaydı bir şüphe duymazdım da. Britanya'nın bu kadar ünlü iş ve devlet adamlarını 'sıcak' yuvamızda ağırlamayı gerektirecek kadar ne türden önemli bir konu olabilirdi ki? Üstelik babam hekimdi. Son zamanlarda siyasete atılmak gibi bir cingözlük yapmaya çalışsa da, bu tarz devlet işlerini becerecek kadar akıllı olmadığını bilirdim. Mutlaka bir sağ kolu ya da rüşvet karşılığında işlerini yürüttüğü bir güvencesi olmalıydı.
"Ben neden hazırlanıyorum ki?" diye homurdandıktan sonra omuz silktim. "Odamda sessizce oturup ölü taklidi yapabilirdim."
"Shh!"
"Ne, haksız mıyım?"
"Baban senin de olmanı istediyse mutlaka bir bildiği vardır. Bir tabak çorba içip, kırık hissettiğini söyleyerek izin alır odana çıkarsın. Ama biraz idare etmeyi de bil yahu!"
Gözlerimi devirdim fakat Henrietta'nın bunu görüp görmediğinden emin değildim. Zaten ben hariç çevremdeki insanlara onun bana olan saygısızlığından takındığında, hepsinin söylediği şey bu oluyordu neredeyse. Babamın bir bildiği olduğu. Sanki erkekler gerçekten de her konuda kadınlar üzerinde sonsuz yetkiye ve bilgiye sahiplermiş gibi.
Yine de sesimi çıkartmadım ve örgümü bitirmesini bekledim.
Uzun bir gece olacaktı.
&
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ink In My Veins || hood
FanfictionYıl 1912, Büyük Britanya'nın ev sahipliği ettiği bir aşk hikayesi.