"Daha iyi olduğuna emin misin?"
Calum sanırım bu soruyu bir yerden sonra saymayı bırakmak zorunda kalacağım kadar çok kez sormuştu. Evimin olduğu tarafa kadar benimle yürüyebilmek için dükkânını erkenden kapatmıştı. Oysaki bunun bir lüzumu olmadığını da sayamayacağım kadar çok kez belirtmiştim. Lakin bir türlü inandırıcı gelmemiş olmalıydım ki, şimdi yanımda böylece yürüyordu. Elleri pantolonunun ceplerindeydi. Tek omzuna astığı hırkasını düşürmemek için birkaç kez konumunu düzeltiyordu. Bunu yaparken bir bahanesini bulup gözlerimizi buluşturuyordum.
"İyiyim, teşekkür ederim."
Fakat değildim, gözlerim artık ağlamaktan acıyordu. Onun yanındayken yelkenleri bir anda suya indirivermiştim.
Bana ne kadar sevildiğimi bilmediğimi söylemişti.
Kendisini de kastederek mi söylemişti acaba? Neredeyse bu cümleyi kurup bana sarf ettiği andan beri zihnimde cirit atıp duruyordu bu acaba? sorusu. Belirsizlikten nefret ederdim. Fakat zihnime onun söylediği bu cümleyle birlikte bir sürü sis bulutu iniş yapmıştı adeta. Bir şeyler düşünüyordum ama ne düşündüğüm konusunda hiçbir fikrim yok diyebilirdim. Aklım o kadar ki karman çormandı. Artık neye, nasıl bir tepki vermem gerektiğine şaşırmıştım. Babama ve bana karşı gösterdiği saygısız tavırlarına mı üzülmeliydim, giderek ruhaniyetime kadar bitap düştüğüme mi endişelenmeliydim yoksa Calum'un bu belirsizliklerine mi kafa yormalıydım artık hiçbir şeyden emin değildim.
Artık eskisi gibi yazamıyordum da. Eh, bunca kafa karışıklığının bir getirisi daha başka ne olabilirdi ki? Masamda kağıdım, dolma kalemim, mürekkebim duruyordu. Tek başımaydım ve son zamanlarda babam ne olduğu belirsiz binlerce dertle uğraşıp durmaktan eve bile dönmeyi hatırlamadığı için o dört duvar o kadar sessiz, o kadar huzurluydu ki...
Ama benim aklım çorba gibiydi. İki kelimeyi yan yana getirerek basitin de basiti bir cümleyi kuramayacak kadar bulanıktı. Bunu toparlamak için ne yapabilirdim bilmiyordum. Tıkandığım dönemlerim elbette ki olmuştu. Her zaman kalemim akıcı, mükemmel ve tek bir eleştiriyi dahi kabul etmeyecek kadar kusursuz ilerlememişti. Benim de yanlışlarım olmuştu, düşe kalka da olsa bu yanlışlarımdan pay çıkaracak ve öğrendiklerimi harfiyen yerine getirecek kadar güçlü bir kadın olmanın benim ellerimde olduğunu fark etmiştim.
Zira kimse bana nasıl güçlü olunacağını öğretmemişti. Kimse bana okuma - yazmayı öğretmemişti. Kimse bana kalem tutmayı, kusursuz bir el yazısına sahip olabilmek için yapmam gereken alıştırmaları ve daha bunun adına gerekebilecek pek çok şeyin bahsini etmemişti. Evet, görgü ve ahlak kuralları bir kız çocuğuna öğretilmek zorundaydı. Nerede ve nasıl oturması kalkması gerektiği, cümlelerini nasıl kullanması ve kendisinden büyükleriyle -ki bu kendisinden büyükleri dediğimde kastetmek istediğim şey babalarıyla nasıl konuşmaları gerektiği oluyordu - nasıl konuşması gerektiği mutlaka öğretilirdi.
Öğretilmeyince de veya da siz öğrenmek istemeyince size ahlaksız denilirdi. Sanki insanları bu şekilde kalıplara sokmak dünyanın en mühim şeyiymiş gibi! Bunlar öğretilir, bunlar mutlaka bir kız çocuğunun bilmesi gerekenlerdir. Ama hiç kimse ona okumanın ve bilginin ne kadar önemli olduğunu öğretmez.
Dünya böyledir, insanlar böyledir. Kadınlar sanki erkeklere hizmet etmek için, yanlarına konu mankeni gibi dikilmeleri için ve onlara daha fazla oğul doğurması için kullanılan bir objedir. Böyle görülür.
Bundan ne kadar nefret ediyor ve iğrenerek bakıyor olduğumu biliyordum. Tek başıma da olsam, yine de bunu değiştirmek için çabalardım. Sorun değildi.
Eğer kafamı toparlayabilseydim.
"Beth."
Calum beklemediğim bir anda yürürken bileğimi kavrayıp beni durdurdu. Evime yaklaştığımızı biliyordu. Çarşıdan epey uzaklaşmıştık ve korunun içinden yürüdüğümüzde, bu yolun sonu benim evimdi. Onunla görülmem benim için asla pişman olacağım türden bir şey de değildi. Calum bana içimdeki gücü hatırlatıyordu, dayanma gücümü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ink In My Veins || hood
FanfictionYıl 1912, Büyük Britanya'nın ev sahipliği ettiği bir aşk hikayesi.