4: so real

2.4K 166 200
                                    


Pencereden gelen rüzgar yüzüme çarpıyordu. Hava kapalı olduğu için etraf karanlık olmasa da melankolik bir griyle kaplıydı. Elimde beşinci pizza dilimim vardı. CD çalarım ise kulaklarını Youngblood ile kutsuyordu.

Cidden güzel bir albümdü. Çok emek harcadıkları belliydi. Her bir nota, ses, arka vokal, bas, gitar, her şey tek tek yapılmıştı. Şarkı sözleri gerçekti, duygular gerçekti. Her bir şarkıyı ayrı beğenmiştim. Hepsinin anlattığı farklı hikayeler vardı. Hepsi farklı renklerdi. Her bir şarkıya kapak fotoğrafı çekip, renklerle düzenlemek isterdim. Mesela Babylon için yıkık bir şehir, kırmızı ve mor yeterdi.

Elimi masanın üzerindeki deftere uzattım. Bunları yazmak istiyordum. Belki bunlar üzerine çalışmazdım ama aklımdan silinmelerini istemiyordum.

Telefonum tarafından bölündüğümde iç çektim. Arayan Marcus'du.

"Gloria nasılsın?" Birkaç adım sesiyle beraber sesini işittim. Nerede olduğunu çıkaramamıştım.

"İyiyim Marcus, her şey yolunda mı?" Elimdeki kalemi masaya bırakarak ayağa kalktım. Calum'un beni aramasına alışmıştım. O yüzden şu an Marcus'la konuşmak garip gelmişti.

"Umarım işin yoktur çünkü çocukların tur posterleri için çekiminin yapılması gerek. Daha önce çektiklerinden farklı, siyah beyaz çalışmanı istiyoruz. Yarınki uçuşumuza kadar tamamen halledeceğini düşünüyorum?" Odama ilerlemeye başladım. Keşke bunu daha önceden ayarlasalardı ama diyebilecek bir şeyim yoktu.

"Yarım saate oradayım. Ve uçuş saatini bırak, sabaha elinde." Gülerek vedalaştık. Makinelerimi ve lenslerimi çantama koydum.

Hazır değildim ama hazırdım.

*

"Hayır, hayır..." Makinemden uzaklaşıp çocuklara baktım. Garipçe beni izliyorlardı. Onlara hak veriyordum çünkü kendimi kaybedebilirdim.

Renkli çalışamıyordum, o yüzden renklerle anlatmak istediğimi anlatamıyordum. Geriye onların pozisyonlarını ayarlamak kalıyordu ve o da istediğim sonucu vermiyordu.

"Michael, en sola geç. Calum, Ashton'ın yanına. Luke sen... Sen kal." Luke'a bakıp güldüklerinde derin bir nefes aldım. Belki şimdi olurdu. "Şimdi sadece havalı olun." Kameraya ilerledim. Önce gülerlerken, daha sonra ise ciddi bakarlarkenki pozlarını çektim. İyi olsa da içime sinmiyordu. "Beş dakika mola." Masama ilerlediğim sırada seslice söyledim. Bardağımdaki ısınan suya sessizce söverek dolaba ilerledim.

"Neden bu kadar streslisin?" Yanımda biten Calum'a döndüm. Gözleri beni yargılamıyordu, sadece merak ediyordu. İç çekerek suyumdan bir yudum aldım.

"Siyah beyaz çalışıyorum. Duyguları renklerle yansıtamıyorum ve bu beni aşırı geriyor." Gözleri yumuşadı. Asla solmayan parlaklığına odaklandım. O sırada aklıma geldi. "Geçen günki fotoğrafların." Bana geldiği gün çektiğim fotoğrafları basmıştım, onda da kopyası olsun diye. İnce dosyayı ona uzattım.

Gülümseyerek fotoğraflara baktıktan sonra bana döndü. "Stres yapmana gerek yok. Biraz daha yakın çalış, bizi oturtma. Daha yakın olursak aradığın duyguları daha kolay verebiliriz." Omzuma dostça vurup diğerlerinin yanına ilerledi. Söylediğini düşündüm. Denemeye değerdi.

"Pekala şimdi şöyle yapıyoruz," Bardağımı bıraktım. Onlara yürürken gözlerim hepsinde tek tek dolaşıyordu. "Luke, Michael, önde ikiniz yan yana oturuyorsunuz. Calum, Ashton, arkalarına geçin. Yakın çalışmaya karar verdim." Sırıtan Caluma'a sadece tebessüm etmekle yetindim. Olmaları gereken şekle ulaştıklarında kamerama döndüm. Tripodu biraz daha yakına getirdim. Ve fotoğrafı çekmek için eğildim.

the light in your eyes || hood Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin