XI/hiçbir şey - çok şey

4.3K 518 261
                                    

"Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben,
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?"

*

Kanepede oturmuş ne yapmam gerektiğini düşünürken kapalı televizyona bakındığım boş dakikaların geçmesine müsaade etmek için oldukça düşünceliydim. Ne bileyim mesela şu an etrafı topluyor olabilirdim ya da ikram edecek bir şeyler hazırlamayı, alışveriş yapmayı düşünebilirdim. Üzerimi değiştirmek için odama gidebilir iki saat ne giysem diye kendimle tartışabilirdim. Fakat yine o milyon düşüncenin içinden birini ayıklayıp çıkardığımda asla böyle bir kişilik olmadığımı hatırlattım kendime. Yani sırf hoşlandığım biri için olduğumdan farklı davranmayı, kendime özen göstermeyi, kendimi dar kalıplar altına sokmayı asla kabullendiremezdim kendime. Evet, biraz utangaçlık ve biraz ne yapacağını bilememe durumları olurdu bende. Fakat bunların hepsi heyecanın bedenime yüklediği yan etkilerdi.

Jungkook'tan hoşlandığımı kabulleniyordum artık, hatta hoşlantıdan bir tık yukarıda olduğumu da. Bu beni korkutmuyor değildi üstelik. Yaşadığım ve henüz kurtulmayı başaramadığım Hoseok faciasını bir daha yaşamaya katlanabilir miydim, hiçbir fikrim yoktu.

Birkaç saat önce sarf ettiğim cümlelerin ağırlını da sırtlayıp gitmişti. Geri gelir miydi, bir daha yazar mıydı bilmiyordum. Bendeki yeri adını ne olarak süslerdi, beni zihninde nasıl dallandırıp budaklandırırdı tahmin dahi edemiyordum. Hoseok, Hoseok'tu işte. Kimsenin tahmin edemeyeceği bir kişiliği üzerine en sevdiği kıyafetini giyer gibi giymeyi seviyordu.

Derken zil çaldı.

Ben yine düşünce deryasında bir o yana bir bu yana dalgalar arasında çarpıp dururken irkildim. Saat kaç olmuştu? Jungkook'un buraya gelmesi için yeterli zaman geçmiş miydi ki? Ayağa kalkmam ve kendimi toparlamam için yeteri kadar zamanım yoktu sanırım. Çünkü çoktan saniyeler yerini bir sonrakine devrediyordu ve ben hâlâ bekliyordum. Sonunda ayağa kalkarken hepsini elimin tersiyle silkelediğim halde kafama kazınan tek bir şey vardı. İçeri davet ettiğimde girecek miydi? Girerse oturacak mıydı? Oturacaksa ne kadar oturacaktı? Pekala, kafama kazınan pek çok şey vardı. Tabii ben bunların cevabını bulamadan ayağa kalktım çünkü zil ikinci kez çalındı bir de üstüne kapı iki kere tıklatıldı.

Hızla salonumun sıcak havasını terk ettim. Hava akımının oldukça kuvvetli olduğu holüme ilerledim ve bugün çokça kez açmak zorunda olduğum kapıma kısa bir an baktım. Daha fazla beklemedim, kulbu indirim ve kapıyı açtım.

Jungkook, her zamanki görünümüyle dirseğini eşiğe yaslamış bekliyordu. Kafasını öne eğmişti. Bugün her zamankinden farklı olarak sağ kulağına sallanan bir küpe takmıştı. Altında görmeye alışkın olmadığım eskitme bir kot vardı. Üzerinde bol, sade ve geniş yakalı beyaz bir tişört giymişti. Her zamanki görünümünden bahsetmekle hata etmiştim çünkü, saçları dışında hiçbir şey bana kafe sahibi Bay Jeon'u hatırlamıyordu.

Eşiğe yaslı dirseğini kafasıyla birlikte kaldırdı, gözleri ağır ağır benimkileri buldu. Bu esnada neden yaptığını anlamadığım bir şekilde havada asılı kalan eliyle az önce görmeye alışık olduğumu söylediğim saçlarını sağa sola sallayarak dağıttı. Elini indirdi, alnına dökülen karışık perçemlerinin altından bana hafifçe gülümseyerek bakındı. Küpesi az önceki hareketi yüzünden hâlâ sallanıyordu. Ben ise bu esnada neredeyse kapıyı onun yüzüne kapatmak üzereydim. Çünkü lanet olsun ki ne yaparsa yapsın olağanüstü görünüyordu ve ben karşısına sadece basit bir tayt ve tişörtle çıkmış olmamla birlikte yanında sönük kalıyordum ki... Üstelik birden bire damarlarımda kanla karışık heyecanın akmaya başladığını söylemem kesinlikle abartı olmazdı.

elysian ¦ jeon jungkookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin