I

258 103 98
                                    


O gece, giderken içtiğin şarabı koyduğum kadehi yıkamadım, sakladım. Bazen, hasret artık dayanılmaz olduğunda masanın başına o kadehi koyuyorum. "Şarabın gazabından korkmadan" seninle içiyorum. Sarhoş olamıyorum mesela. Meğer ben bir tek seninle güzelleşiyormuşum...

Yaza tutunmaya çalışan, ılık bir sonbahar akşamında, sokak lambalarının altında el ele yürüyebilirdik seninle. Kaldırımlarda başıboş savrulan sarımsı yaprakları izleyebilirdik. Belki bir kirpik düşerdi elmacık kemiklerine... Dilek tutardın sonra ve alabildiğine koşardık herhangi bir caddede. Kim bilir... Yağmura yakalanma telaşıyla çekiştirirdin belki kollarımdan.

Gittin gideli çok değişti her şey. Gökyüzü aynı mavilikte değil artık ve ateş böcekleri sarmıyor bir lambanın etrafını. Çok sevdiğin çiçekçi teyze de geçmiyor buralardan. Yolumuz denk düşer de, seni sorar diye ödüm kopuyor bazen.

Sürekli önünden geçtiğimiz bir park vardı hani... Oradaki eskimiş bankta öylece oturuyorum ara sıra. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Doğum günümde aldığın saati takmıyorum artık ama, tokalarını koyduğun ufak ahşap kutuda saklıyorum.

Gecenin bilmediğim bir saatinde uyanıyorum kimi zaman. Yakıyorum bir sigara ve köşedeki sokağın girişine dalıp gidiyorum. Her an çıkıp geleceksin heyecanıyla kül oluyor o da.

Sıkıştım kaldım burada. Kendime bile anlatmaya korktuğum şeyler birikti içime. Ruhum daralıyor. Ellerimin titremesine engel olamıyorum. Ümitliyim yine de... Belki bir gün o köşeyi dönüpte, gerçekten gelirsin diye.

                                 **********

     "Hey! Kime diyorum! Kalksana!"

Güçlükle araladığım gözlerimden içeri izinsiz giren parlak ışık, yüzümün ekşimesine sebep olmuştu. Tanıdık bir sima tam karşımda dikiliyor, simsiyah gözlerini suratımın her yanında gezindiriyordu.

"Bir dakikadır seni uyandırmaya çalışıyorum. Öldün mü be!"

Ömer'in kaskatı kesilmiş suratından öfke akıyordu. Fazlaca yatmaktan ağrıyan belimi, güçlükle doğrultmuştum.

"Hayır ama ölmek üzere olabilirim. Belim felaket ağrıyor."

"Varsa yoksa dalga geç! Kalk hadi, hazırlan. Çıkıyoruz beş dakikaya."

"Nereye sabah sabah?"

Dişlerini sıkmaktan neredeyse kızaran esmer teni, acil durum butonları gibi parıldıyordu.

"Sabah mı? Saat on iki. Okulun ilk günü. Sen öğrencisin. Üniversiteye gidiyorsun. Hani geçen sene umursamazlıklarına beni de alet etmiştin de, sınıfta kalmıştık ya... Ben de o arkadaşınım. Hatırladın mı?"

Söylediklerine neredeyse gülecektim ki, gerilen suratımı belli bir seviyede tutmayı başarmıştım.

"Tamam tamam, çıkarız beş dakikaya."

Okula gidip, geldiğimiz süre boyunca sürekli olarak konuşup, geçmişteki olayları yağmalayıp duran Ömer, nihayet durmasını bilmişti. Ben de fırsattan istifade araya girdim.

"Gel şurdaki kafeye gidelim de, iki çay içelim. Biraz da orada devam edersin. Ayaküstü yorulmuşsundur böyle."

Bariz olarak alaycı sarfettiğim sözler havada asılı kalmış, hiç bir karşılık bulmadan, öylece uçup gitmişti. Nihayetin de kurulduğumuz ahşap sandalyelere iyice yerleştik ve bayan garsona iki çay sipariş ettik.

Bir yandan buğusu ellerimizi terleten çaylarımızı ağır ağır yudumlarken, diğer yandan da ağlamak üzere olan bulutlara göz gezdiriyorduk. Hava, tam da sonbahara yakışacak şekilde kapalı ve hüzünlüydü.

"Her şey bir yana da... Zaman ne kadar çabuk geçiyor, değil mi?"

Gözbebekleri çay bardağına kitlenmiş ve orada kaybolmuş görünen Ömer'in sesi bulanıklaşmıştı. Bu kez her zamankinden daha ciddi duruyordu. Ben de aynı şekilde karşılık verdim.

"Öyle... Koskoca ömür geçiyor. Bu kadarcık zaman ne ki!"

Çayından küçük bir yudum alarak, sıcak akıntının boğazından geçmesine izin verdi ve ekledi;

"Şu zaman denen şeyi bir türlü çözemedim. Her şey rüya gibi geliyor. Mesela geçen sene... Uyudum, uyandım ve bitti!"

Neleri kastettiğini çok iyi anlayabiliyordum. Kanayan yaraya tuz basmaktı onunkisi. En azından kanayabilen bir yarası vardı. Tutunduğu şeylere bağlı kalabilmesi insanın en büyük umududur. Bir zamanlar hüzünlü kimselerden duymuştum.

"Bir şekilde yolumuza bakıyoruz. Yapacak başka bir şey yok. Zorunlu olduğumuz pek az şey var zaten. Onlardan birisi de yaşamak. Yaşamak için de yeni yollar, yeni fırsatlar ve belki de hayaller gerekli. Biliyorsun işte..."

"Biliyorum, biliyorum. Şu bitmez tükenmez dünya dertleri..."

Şiddetini arttıran rüzgar, tepemizdeki brandayı bir o yana bir bu yana sallıyor, cadde üzerinde az sayıdaki insan, şemsiyelerini açmış, adımlarını hızlandırıyorlardı. Ömer'in, uzun saçlarını arkaya atışını izlerken, tanıdık bir sesin ellerini omuzlarımda hissettim.

"Eküriler? Ne yapıyorsunuz burada?"

Arkamı döndüğümde gözlerim Yeşim'inkilerle çarpıştı. Benim düşündüğüm şeyleri Ömer bir çırpıda kelimelere döküverdi.

"Sohbet ediyoruz. Gel otur, çay ısmarlayayım sana."

Yeşim, gözleriyle caddenin bir o yanını bir bu yanını şöyle bir taradı.

"Yok ya... Kızlarla çıktık da dışarı. Ayıp olur şimdi. Bir yere uğramışlardı. Gelirler birazdan."

"Tamam onlar da gelsin. Beraber otururuz işte."

Yeşim gülümsedi ve gözüne düşen bir tutam saçı yumuşacakça geriye doğru bıraktı.

"Tanıdığınız kimse yok. Bunlar daha yeni. Birinci sınıflar. Biz de tanışalı iki gün oldu. Etrafı gezdiriyorum biraz."

"Olsun, ne farkeder? Tanışmış oluruz işte."

Yeşim, kolay kolay sıyrılamayacağını düşünmüş olacak ki, hemen önünde duran sandalyeyi hafif çekerek kuruldu ve siyah, küçük cüzdanını masanın üzerine bıraktı. Telefonuyla arkadaşlarını arayarak, caddenin sonundaki kafeye gelmelerini söyledi.

"Evet beyler... Anlatın. Bu sene geçiyor musunuz?"

Yeşim'in alaycı fakat iyi niyetle sorduğu soruyu ben yanıtladım.

"Şüphen mi var? Biz ve kalmak... Olacak iş değil."

Yeşim o kadar yüksek sesle kahkaha atmıştı ki, yakınımızdaki tüm insanların gözlerini masamızın üzerinde hissedebiliyordum.

"Hadi inşallah. Yalnız geçen seneki gibi devamsızlık yaparsınız o iş olmaz. Biliyorsun değil mi?"

Ömer masayı kendine doğru hafifçe çekerken, verdiği cevap çıkan gıcırtılar arasında eriyip gidiyordu.

"Yok, zaten bu sene de aynı şeyleri yapamaz. Kafasına her sabah bir sürahi, buz gibi su dökeceğim yoksa."

Yeşim'in  iyi dilekleri ve Ömer'in tehditleri arasında geçen kısa süre aralığından sonra, yirmi metre kadar ileri de, Yeşim'in arkadaşları olarak tahmin ettiğim bir kız grubu gözüme çarpıyordu. Çok geçmeden yanılmadığımı anlıyordum. Hemen hemen aynı boylarda üç kız, masanın yanına düzgün bir şekilde dizilmiş, öylece ayakta duruyorlardı. En nihayetinde sessizliği bozan Yeşim oluyordu.

"Acelemiz yok nasılsa, işiniz yoksa gelin biraz oturalım. Bunlar bizim çocuklar. Geçen seneden... Ömer ve Yaman."

Çekingen olarak uzanan elleri güleryüzle sıktık. Yeşim'in teklifini geri çevirmeyen kızlar, masaya usulca kurulurken, gözleri birilerini arıyor gibiydi. İçlerinden sarışın olan, Hale isimli kız bunu doğruluyordu.

"Hira' da geliyor."
  

ARAF Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin