Yüreklerinde, acılardan dağlar oluşmuş, güçlü insanlar var. Dışarıdan bakılınca zayıf görünen bu bedenlerin ruhları bir elmas kadar sert. Her seferinde öyle ağır darbeler indirmiş ki hayat, aşınmış, yıpranmış fakat dayanmış. Gözlerinden düşen her bir damla, sarsılmaz gururlarının en belirgin simgesi. Öyle ki, her sabah gülümseyerek uyanmaya devam ediyorlar. Umutsuzca...
Tam kalkacaktım ki, Hira'nın gülümseyen yüzü biraz ileride belirdi. Gazete parçalarını apar topar aldığım yere düzgünce yerleştirmiş, kafamdaki onca soru işareti ile birlikte çantanın fermuarını çekmiştim. Karşıma geldiğinde, yaptığı hareketler özür niteliğindeydi ve çok geçmeden bunu yazıya da dökmüştü.
"İşim biraz uzun sürdü. Beklettiğim için özür dilerim."
Tebessüm ettim. Yanımdaki boş yeri oturması için işaret etmiştim ki, o da işaret parmağını otuz metre ilerideki kantine doğru çevirmişti. İsteğini kırmayarak ayaklandım ve yavaşça yürümeye koyulduk.
Neredeyse tümü boş olan masalardan rastgele birini seçip, usulca oturduk. Orta yaşlardaki, kır saçlı ablaya iki çay sipariş ettim. Hira'nın bu halini görmek hoşuma gidiyordu. Daima gülümsüyor ve mutluydu. En azından öyle görünüyordu... Yuvarlak masanın üzerinde duran kağıda bir şeyler karaladı.
"Kaç dersin var? Benim ki bitti."
Daha girmem gereken dört saatlik dersim vardı fakat o an vazgeçmiştim bundan. Ekonomi zırvalıklarıyla başımı şişirmektense, onunla burada vakit geçirmek daha makul gelmişti.
"Bugün girmeyeceğim derse. Hem anlatılan konuları geçen seneden biliyorum zaten."
Tek kaşını kaldırdı ve hınzır sayılabilecek bir ifade yerleşti suratına. Bu beni gülümsetmişti. Ben de aynı şekilde karşılık verdim. Nereden başlasam, ne konuşsam diye düşünürken, o çoktan bir şeyler bulmuştu.
"Seviyor musun burayı?"
Hissettiğim gibi cevapladım.
"Evet. Küçük bir yer ama önemli olan nerede olduğun değil, kimlerle beraber olduğundur. Ben de iyi zamanlar geçirdim burada ve hala öyle. Sen alıştın mı? Genelde sevmezler burayı. Hatta gelipte, dönemin ortasında kaydını sildiren çok olmuştur."
İki elini de çenesine dayamış, yazdıklarımı hayranlıkla izliyordu. Belki de sadece bana öyle gelmişti. Büyük bir hevesle çekti önüne kalemi ve kağıdı.
"Ben çok seviyorum burayı. Giderek daha da çok hatta..."
Masmavi gözleri güneşi utandıracak kadar güzel parıldıyordu. Söylemek istediğim binlerce şeyden yalnızca bir tanesiydi bu. Ama yapamazdım. Belki kırılırdı, belki başka şeyler düşünürdü. Kim bilir... Belki de sadece tebessüm ederdi. Bu düşüncelerden çabucak sıyrılarak, kaldığım yerden devam ettim. Bu kez soru sorma sırası bendeydi.
"Annen ve babanla sık sık konuşuyor musun? Bizim Yeşim günde en az iki kez konuşur mesela. Kız çocukları daha düşkün oluyor herhalde ailelerine."
Işıldayan yüzü bir anda buz kesti. Gözüne düşen bir tutam saçı umursamadı bile. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı kalemi bu kez daha yavaş kullanıyor, harflerin üzerine bastırarak yazıyordu. Kağıdı uzatmasıyla ayaklanması bir oldu.
"Annem ve babam vefat etti. Yağmur çiseliyor, biraz yürüyelim mi?"
Zaten dolu olan beynim taşmak üzereydi. Masanın altında birleştirdiğim ellerimi öylesine sıkmıştım ki, biraz daha zorlasam parmaklarımı kırabilirdim. Hiç bir tepki vermeden, ona eşlik etmek üzere ayaklandım. Delicesine korksam da, gözlerine bakmayı başarmıştım. Yine de gülümsüyordu. Fakat az öncekine hiç mi hiç benzemiyordu. Kırıktı... Sadece kırık.
İnce ince düşen yağmur tanelerinin altında bir meleği anımsatıyordu Hira. Kar beyaz elbisesini dalgalandıran hafif rüzgar, kokusunu bana kadar getiriyordu. Mutlu olup olmadığından emin değildim fakat yağmuru çok sevdiğini bariz şekilde anlayabiliyordum. Ellerini iki yana açmış, başını gökyüzüne kaldırmış, kendi etrafında öylece dönüyordu. Kapattığı gözlerine yağmur taneleri düştükçe huzur buluyor gibiydi. Sonunda aniden durdu ve yavaşça araladı gözlerini. Arkasını dönerek, biraz ilerideki banka oturdu. Çabucak giderek, hemen yanıbaşında aldım yerimi. İstemsizce gitti kolum omzuna. İstemsizce dokundum ona. Hiç bir şey düşünmeden, daha önce hiç hissetmediğim şeylerle beraber... Bir süre sonra yavaşça dayadı kafasını. Muhtemelen dersi boş olan bir sınıftan sarkan bakışları hissettim. Ne konuştukları umurumda bile değildi. Hira'yla beraber bakıyorduk önümüzdeki boşluğa. Farklı şeyler düşündüğümüze emindim fakat aynı yere bakıyorduk işte. Neler düşündüğünü sormayı çok istesem de, bunu yapacak cesaretim kalmamıştı. Tümünü az önce, o masada bırakmıştım. Korkuyordum. Çok korkuyordum...
Yaklaşık on dakika süren fakat bana bir asırmış gibi gelen sessizliğin ardından epeyce ıslandığımızı fark etmiştim. Hira'nın kalkmaya pek niyetinin olmadığını anladığımda, rahatsız etmeden dokundum. Yüzünü çevirdiğinde, gözbebeklerinde biriken sıvıyı hemen fark etmiştim ve bunun yağmurla bir ilgisi olmadığını da biliyordum. Bir sancı girdi kalbime. Boşluğa fısıldadığı şeyleri düşünmek bile ürpertti bedenimi. Ne söyleyeceğimi anlamıştı ve yavaşça ayaklandık. Okulun hemen çıkışında bekleyen minibüse doğru yollandık. Ne ben çektim elimi omuzundan, ne de o başını yasladığı yerden...
Toprak yol yağmurdan iyice çamura bulanmış, neredeyse balçık haline gelmişti. Her yanımız batsa da, sonunda yurdun önüne varmıştık. Birkaç basamağı yavaşça tırmanan Hira, kapının girişinde duraksayarak sonkez döndü arkasını. Yüzünden düşen gülümsemeye aynı şekilde karşılık verdim ve az sonra gözden tamamen kayboldu.
Pansiyona kadar yaklaşık on dakika yürümem gerekiyordu ve iyiden iyiye şiddetlenen yağmur bunu oldukça zorlaştırıyordu. Hayli kayan zeminde güçlükle ayakta duruyor, kısa adımlarla ilerlemeye çalışıyordum. Yolun sol tarafına geçip, biraz daha temiz görünen yerden devam etmek isterken, gözüm bir şeye ilişti. Yanından geçtiğim mezarlığın tam ortasında, bir mezarın başında öylece dikilen biri vardı. Gözlerimi kısarak emin olmaya çalıştım. Siyah deri ceketli bu kişi Ömer'den başkası değildi. Hiç bir anlam veremeden, ellerimi dayadığım duvarın öbür tarafına bir çırpıda atladım. Hızlı adımlarla yaklaşırken, üzerine bastığım kısa çalıların çıkardığı sesler neredeyse tırmalıyordu kulaklarımı. Birkaç adım arkasında durup, yaklaşık otuz saniye boyunca ne yaptığını anlamaya çalıştım. Bir şeyler fısıldıyordu fakat kesinlikle dua değildi.
"Ne yapıyorsun burada? Deli gibi ıslanmışsın."
Arkasını dönmeden, kısık sesle karşılık verdi.
"Bana diyene bak."
Kabaca vücuduma göz attığımda, hiçte haksız olmadığını anlamıştım.
"Hadi ben Hira'yı bıraktım. Ne ara çıktın sen okuldan? Ben niye görmedim?"
Kesik kesik kısa bir kahkaha attı.
"Aynı minibüste geldik. En arkadaki koltukta oturuyordum. Gerçi sen de haklısın... Gözünün bir şey görmediği her halinden belli oluyordu."
Kaşlarımı çatmış, içimde aniden beliren öfke duygusunu bastırmaya çalışıyordum. Bu kez kararlı ve sert sayılabilecek bir ses tonuyla devam ettim.
"Görmemişim işte, uzatma. Sen ne yapıyorsun burada onu söyle?"
Sonunda çevirdi yüzünü ve dağılan uzun saçlarını kabaca toparladı. Omuzuma dokunarak beni kenara çekti ve devam etti. Dudaklarından dökülen birkaç kelimeyi güçlükle duyabilmiştim.
"Ölülerin duaya ihtiyacı vardır. Unuttun mu?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ARAF
RomanceHer gidiş bir bitiştir, bunu biliyorum ama her bitiş bir başlangıç değilmiş, öğreniyorum. Olmayan bir şeyin.. Hesabını tutmakla meşgulüm bu aralar. Kurduğum alarmlar, Beş dakikalarla gün atlamış. Ben ise rüyamın en tatlı yerini alamamış, Günleri es...