Saçlarımı ne yana tarasam fiyakalı olur acaba ölürken? Ne koklasam da, sığmasın sabahlar içime. Ne yana dönsem acaba görürüm seni? Beklemek bu kadar zor muydu? Ellerim sıcaklığına hasret teninin... Çok mu gördü bu şehir seni bana? Yolların tuzak. Pus olmuş gözlerim, beklerken seni. Koparıyor bu sokaklar seni benden. Ölümü özledim, kapı aralığından gelirken kokun. Beklerken seni, yüzüne hasret...
*********
Zaten kalabalık olan masada, sandalyeleri iyice birbirine dayamıştık. Herkes çaylarını yudumlarken, bir yerlerden dem vuruyordu. Hale herkesten çok konuşuyor, aynı şeyleri beşer dakika arayla tekrar ediyordu. Neredeyse kaynaşmışlardı. Öyle ki, Ömer birkaç derdini kolaylıkla açmıştı bile.
Bir yağmur damlasının kirpiklerime düşmesiyle aniden irkildim. Herkes gülüp eğlenirken, geldiğinden bu yana tek kelime etmeyen bir tek Hira vardı. Masmavi gözleri masanın üzerinde tur atıyor, omuzlarından aşağı sarkan bukle bukle sarımsı saçlarıyla oynuyordu. Nadiren de olsa kafasını kaldırıp gülümsüyor, ardından kaldığı yerden devam ediyordu. Nihayetinde merakım ağır bastı ve tutamadım kendimi.
"Sen neden hiç konuşmuyorsun? Nereden geldin? Hangi bölümdesin?"
Kumral teni alabildiğine gerildi. Gözleri, arkadaşlarınınkini hızlıca yokladı.
"Neden cevap vermiyorsun? Dilinimi yuttun?"
Ben tebessüm ederken, Ömer neredeyse kahkaha attı. Masanın altından kaval kemiğime gelen sert bir tekme canımı acıtmıştı. Öfkeyle bakıyordu Yeşim. Neler olduğuna anlam verememiştim. Çantasının fermuarını usulca aralayan Hira, bir kalem ve ufak bir not kağıdı çıkardı. Birkaç saniyede karalayarak uzattığı kağıdı yavaşça aldım.
"Eskişehir'den geldim. Güzel sanatlar okuyorum. Dilimi yutmadım ama yine de konuşamıyorum. Cevap veremediğim için kusura bakma."
Kafamı kağıttan kaldıramadım. Neler olup bittiğini anlamam, geçmek bilmeyen saniyelere mâl olmuştu. Zihnime yerleştiremediğim şeyler vardı ve hepsi de bir yerlerde öylece asılı kaldı. Esmer olmama rağmen, kırmızıya dönmeme ramak kaldığını hissedebiliyordum.
Nihayetinde kağıdı cebime koyarak, diktim başımı. Tercümanı olmayan kelimeler dizildi boğazıma ve yalnızca tebessüm ettim.Bunun üzerine konuşulan bir saati aşkın sürede, kurduğum birkaç devrik cümle, havada öylece asılı kalmıştı. Bizleri oturduğumuz yerden kaldıran ve bu kısa birlikteliği sonlandıran şey, gökyüzünden daha yoğun düşen su taneleri olmuştu.
Günübirlik olarak düşündüğümüz arkadaşlıklar, ilerideki otobüs durağında son buluyordu. Kaldırım kenarındaki suya ayağımı zevkle vurup kaldırıyordum. Zihnimde karmakarışık şeyler cirit atıyordu. Tıpkı suda yayılan, iç içe geçmiş daireler gibi...
"Hadi gidelim biz de. Islandık zaten, iyice sırılsıklam olmayalım bari."
Ömer'in haklı olan bu isteğini kırmayarak, eskimiş kaldırım boyunca yavaşça yürümeye koyuldum. Civardaki tüm sesler bunaltıyordu ruhumu. Şoförlerin müşteri çekmek uğruna boğazlarını yırtmaları, ilkokul çocuklarının yağmur altında eğlenerek, bağırıp çağırarak oynadığı oyunlar ve hatta bir annenin kucağındaki birkaç aylık bebeğin ağlaması bile...
İçimdeki utanç duygusu, diğer her şeyi tetiklemişti ve buna engel olamamaktan dolayı huzursuz oluyordum. Tüm hücrelerim teker teker hesap soruyordu benden.
Yaklaşık beş dakikalık yürüyüşün ardından gelmiştik pansiyona. Girişteki mermerde öylece oturan Yavuz'a ilişti gözlerim. Biraz ötedeki duvara boş boş bakarak, derince çekiyordu sigarasını. Yukarı çıkarak üstünü değiştirmek isteyen Ömer'e az sonra geleceğimi söyleyerek, yanıbaşına oturdum Yavuz'un.
"Ne yapıyorsun Yavuz'um, göremedim iki gündür seni, nerelerdeydin?"
Biçimsiz sakallarını gelişigüzel sıvazlayarak, koca bir duman daha aldı sigarasından.
"Odadan çıkmadım pek. Ondandır."
Bir derdi olduğu bariz belliydi ve benim de kafam pek yerinde sayılmazdı.
"Ne düşünüyorsun? Bir sıkıntın mı var?"
Aniden kesik kesik gülmeye başladı. Suratı öylesine gerilmişti ki, zaten belirgin olan elmacık kemikleri nerdeyse fırlayacaktı.
"Küçükken annemden yediğim dayağı düşünüyordum."
Söylediği şeyi kafamda hiçbir yere yerleştiremedim. Dalga geçtiğini düşünsem de, az sonra bu düşünce tamamen yok oluyordu. Elindeki izmariti bir köşeye fırlatarak, derince nefes aldı ve konuşmasını sürdürdü.
"Çocukluğumda pek yaramaz değildim ama yine de yaptığım haytalıklar vardı. Çoğunu bilmeden, istemeden... Akıl o yaşlarda her şeyi algılayamıyor işte. Bir gün arkadaşımla sokakta oynuyorduk. Henüz altı yaşındaydım. Arkadaşım yerde sigara izmariti gördü. "İçelim mi?" diye sordu. Merak bu ya... İçelim dedim. Hemen koşa koşa evine giderek kibrit getirdi. Yaktık. İkişer kez çektik. Çektik derken, dumanı alıp geri üflüyoruz. Tadı iğrenç gelmişti. Yaktığıma da pişman olmuştum. Her neyse... Biraz daha sokakta oyalandıktan sonra evlere dağıldık. Kapıdan girer girmez annem burnundan derin derin, hızlıca solumaya başladı. Önce üzerimdeki kıyafetleri, daha sonra elimi ve en son da ağzımı kokladı. Daha açıklama yapmama izin vermeden vurmaya başladı. Belki yarım saat dayak yedim. Vurmayı bir bıraksa anlatacaktım derdimi. Ama durmadı. Bir sonraki darbesi daha şiddetli geliyordu. Taa ki o durana kadar hiç ağlamadım. Bu kez sormaya başladı, "ne işin var senin sigarayla, gerizekalı, beyinsiz." Hiç konuşmadım. Cevap vermediğim için birkaç kez daha vurdu. Oysa en başında sorsaydı rahatlıkla anlatabilirdim derdimi. Tadını zaten hiç sevmediğimi, merak ettiğim için denediğimi, o pis şeyi bir daha asla içmeyeceğimi çocuk aklımla da olsa anlatabilirdim. Tuvalete girdim sonra. Çişimi yapacağım bahanesiyle yarım saat hıçkıra hıçkıra ağladım."
Şaşkınlıkla dinliyordum. Hissettiklerini ne kadar anlamaya çalışsam da, yapamayacağımı biliyordum. Aynı zamanda merak etmiştim ve kısık sesle, biraz da çekinerek sordum.
"Sonra? Barıştınız mı?"
Cebinden çıkardığı sarı paketten bir sigara daha alarak yaktı.
"Ona pek zaman kalmadı. İki gün sonra annem öldü."
Boğazım düğümlenmişti. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir şey de söylemek istemiyordum. Ağzımdan çıkacak her kelimenin anlamsız olacağını düşünüyordum ki, konuşmasına devam etti.
"Ben de o gün bügündür, inadına içiyorum. O zaman da tadından, kokusundan nefret ediyordum, şimdi de ediyorum. Ama içtikçe içesim geliyor. Sonuç; günde iki paket."
Gülümsedi ve suratıma baktı. Gözlerinde milyonlarca cümlenin başlangıcını gördüm. Her biri satır satır parıldıyordu. Bir yıldır tanıdığım bu adamın, bu kadar çok sigara içtiğini bile fark etmemiştim oysa.
Hava iyiden iyiye serinlemişti ve habersizce esen bir rüzgar, titrememe neden oldu. Zaten ıslak olan kıyafetlerimin de etkisiyle, soğuğu iliklerime kadar hissetmiştim. Bir tarafım buna daha fazla dayanamazken, diğer tarafım da olduğum yerde saatlerce oturmayı istiyordu. Tam olarak ikilem de kalmışken ve kalkıp gitmenin ayıp olabileceğini düşünüyorken, Yavuz ayaklandı."Hadi çıkalım yukarı. Biraz uzanacağım ben de. Halsizim bugün."
Halihazırda benim de işime gelen bu teklifi geri çevirmedim ve yavaş yavaş tırmandık uzayıp giden merdivenleri.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
ARAF
RomanceHer gidiş bir bitiştir, bunu biliyorum ama her bitiş bir başlangıç değilmiş, öğreniyorum. Olmayan bir şeyin.. Hesabını tutmakla meşgulüm bu aralar. Kurduğum alarmlar, Beş dakikalarla gün atlamış. Ben ise rüyamın en tatlı yerini alamamış, Günleri es...