Yorumlarınızı bekliyorum...
Zamanın aslında beni öldürdüğü şu zaman diliminde, Ahsen'in arkasından gidiyordum onunla birlikte. Korkmadan...
Onsuz olamayacaktım ki zaten. Hayatta tutunabileceğim hiçbir şey yokken, yaşamamın ne anlamı vardı?
"Biri ambulansı arasın!"
Hıçkırıklarımın arasından elimden geldiğince bağırmaya çalışıyordum.
Onu kurtarmalıydım. Kendi hayatım pahasına da olacak olsa.
Bazen çok kırılırsın, üzülürsün ya hani, elinden hiçbir şey gelmez. İçine atar, sessizce uzaklaşırsın insanların arasından. İçin kan ağlar ama sen susarsın. Söylersen patlarsın çünkü. Ağlarsın ve durduramazsın kendini.
İşte ben de öyleydim. Ta ki, Ahsen'le tanışıncaya dek...
Çocukluğumda yalnızdım. O kadar yalnızdım ki, duvarlar, ağaçlar, kuşlar, böcekler benim tek arkadaşımdı.
Ama o geldikten sonra, bütün yalnızlığım gitmiş, ardında iz bile bırakamamıştı.
Kalbimi sıcacık bir mutluluk kaplamış, beni esir almıştı.
Peki ya şimdi, beni terk edip giden yalnızlığım bir an da hemen geri dönerse ben ne yapardım? Kalbimdeki boşluğu ondan başka kimse silemezdi ki. Ben ve kalbim onun varlığına alışmıştık. Başkasını yadırgandık.
Onun hayatında başrol olmasam da, figüran olmak bile beni mutlu ediyordu.
Neler oluyordu böyle? Nereden çıkmıştı her şey? Sadece beş on saniyede bir insanın hayatı nasıl bu kadar mahvolabilirdi?
Ben, Ahsen'in yüzüne bakarken, ölüm onu kendi tarafına çekmeye çalışıyordu.
Ölmek bu kadar kolaysa, yaşamak neden bu kadar zordu?
Yağmur damlaları artarken sanki içimdeki fırtınayı temsil ediyorlardı.
İnsanların, arabaların seslerine rağmen bir çift ayak sesi işittim. Hatta yeri titretecek kadar güçlü ayak sesleriydi bunlar.
Kafamı kaldırarak sesin geldiği yöne baktım. Yağmur damlaları durmuş, insanlar hareket etmiyorlardı.
Sesler kesilmişti. Yoksa, şu an zaman durmuş muydu?
Yaşlı gözlerim yüzünden uzaktan gelen kişiyi bulanık görüyordum. İki üç kez kez gözlerimi açıp kapatıp açtım.
Uzaktan gelen kişi Azrail'di. Ağır, sert adımlarla bana doğru gelirken ona olan öfkem giderek artıyordu. Belki de Ahsen, onun yüzünden ölmüştü.
"Neden geldin?"
Güçsüz ve bitkin çıkan sesimle konuştum. Bu bir yıkımın sesiydi.
Dudağının sol tarafı yukarı doğru kıvrıldı.
"Kazandığımı görmek istedim."
Bir an yaşadığım şeylere dayanamadım. O kadar sinirlenmiştim ki, konuşmakta bile zorlamıyordum.
"Ölüm senin için bir oyun mu?"
Ayağa kalkmış, Azrail'e bağırıyordum.
"Oyun dersem kızar mısın?"
Benimle dalga geçiyordu. Kendisine göre oyunlar oynuyor, hayatımı mahvediyordu.
Bir an da yerle bir olan hayatım, onun için küçük bir oyundu sadece. Küçük bir oyun...
"Git buradan. Ha bu arada, evet sen kazandın. Şimdi diğer oyunlarına devam edebilirsin."
Sesim ne yaparsam yapayım yüksek çıkmıyordu.
Bana ölümün sessizliği eşliğinde yaklaşmaya başladığında ben korkusuzca ona bakmaya çalışıyordum. Ama ne yaparsam yapayım, zaten çekik olan gözlerim ağlamaktan kapanmıştı. Fazla açılmıyordu.
Dibime kadar geldiğinde ne kadar kısa olduğumu belli edercesine kulağıma doğru eğildi.
Nefesi kulağımla birlikte tüm vücudumu ürpertirken etkileyici ses tonuyla konuşmaya başlamıştı. Nefesinin değdiği yerler yanıyordu sanki.
"Onu hala kurtarabilirsin."
Ne? Nasıl? Böyle bir şey mümkün olabilir miydi?
Yutkundu. Bu sesi çok net duymuştum. Çünkü bana çok yakındı. Konuşmaya devam etti.
"Ama bazı şeylerden vazgeçmek zorundasın."
"Kabul ediyorum!"
Daha saniyesinde verdiğim bu cevap karşısında Azrail kaşlarını çatmış, sonra da benden uzaklaşarak tek kaşını kaldırmıştı.
"Emin misin?"
Kafamı aşağı yukarı sallarken, masmavi gözleri çok derin bakıyordu.
"Biliyor musun Makbule, çok acınası bir insansın."
Bu sefer yutkunma sırası bendeydi. Azrail, bana zehirli oklarını fırlatmaya başlamıştı. Önce aklımdan yediğim ok, bana eski kötü günlerimi hatırlatmıştı.
"Seni sevmeyen bir erkeği yıllarca sevmeye devam ediyorsun. Hiç sıkılmadın mı? Seni hiç sevmeyecek birini sevmeye devam etmeye?"
Ve ikinci ok... Tam sol tarafıma, kalbimin yakınlarına.
"Üstelik, onun da ölümüne şahit oldun. Tıpkı yıllar önce annenle babanın ölümüne şahit olman gibi. Hep böyle olacak Makbule. Mutlu olmana izin vermeyeceğim."
Son ok... Kalbime saplanan ve canımı en çok yakan ok.
Yoksa? Yoksa?
"Sen?"
Beynim adeta yanmış, kül olmuştu. Canım o kadar çok yanıyordu ki, çığlık atmak istiyordum. Sanki her şey geçecekmiş gibi.
Yoksa o...
O...
"Evet, annenle babanın canını ben aldım."
Büyük bir kahkaha atarken sesi, durmuş olan zamanın içinde yankılandı.
"Ama bir de ne yaptım biliyor musun? O gün senin canını almadım."
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, içimden çığlık çığlığa bağırıyordum. Ama dışımdan nefes alışverişimin bile sesi yoktu.
Şu an hayatımın en güçsüz, en acınası ve en çok acı çektiğim zamanındaydım.
Kafamda tek bir soru vardı.
"Neden? Neden benim canımı almadın?"
Korkarak istediğim soruyu sorarken sesim sonlara doğru iyice kısıldığı için güldü.
"Çünkü acı çekmeni istedim. Eğer ölürsen kurtulmuş olacaktın."
Sesi, kafamda yankılanarak her şeyi darmadağın ederken sonunda dayanamadım.
Dışımdan derin bir çığlık atarken, her yerde yankılanan sesim ne kadar çaresiz olduğumu temsil ediyordu.
Çaresizdim...
Çaresiz...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zaman Çiçeği
Fantasy"Onu gördüğüm her gün ömrümden bir gün eksilecekti. Ama vazgeçmeyecektim. Tek bir günüm bile kalsa onu görmeye devam edecektim. Çünkü gerçek aşk bunu gerektirdi. " ... Bazen zamana ihtiyaç duyarsın, bazen de zamandan kaçmaya. Oysa o, zamanı yok etm...