KABUSTAN GERÇEK

106 29 1
                                    

Eski Delhi her zaman olduğu kalabalığa inat, ıssız ve sakindi. Hiç kimse yoktu. Karanlık dört bir yanı ele geçirmiş, hafif çiseyen yağmurla birlikte, yine aynı şarkıyı fısıldıyordu kulaklarıma. Ölüm, ölüm, ölüm... Ve sonrası derin sessizlik. Gördüğüm tek şey cılız ışığıyla sokağı aydınlatan, kısa direk üzerinde ki sokak lambasıydı. Tüyleri diken diken olmuş korku dolu tenime değen yağmuru, lambanın altında ki cılız ışıkta görebiliyordum. Kalbim patlamaya hazır bomba gibiydi. Öylesine korkuyordum. Hızlı hızlı attığım adımlar ve kafamı bir sağa bir sola çevirişim, uzun örgümden kurtulmuş kısa saçlarımın yüzüme yapışmasına, içimdeki panik, nefes alış verişimi en az koşarcasına attığım adımlarım kadar hızlı ve sık olmasına neden oluyordu. Ağzımdan çıkan nefesin buharlaşarak dumanlar oluşturduğunu görmüyordum bile. Sarimden açık kalmış tenimin titremesinin soğuktan mı yoksa korkudan mı olduğunu anlayamıyordum. Aklımdan geçen tek şey buradan nasıl kurtulurum düşüncesi ve kulağıma fısıldayan o sesti. Ölüm, ölüm...
   

Sürekli olarak kulağıma gelen bu sese ve burnuma dolan kan kokusuna tahammül edemiyordum. Bütün bunlardan kurtulmak için adımlarımı daha da sıklaştırıp, koşmaya başladım. Fakat yol uzadıkça uzuyordu. Cılız ışığıyla sokak lambası hep aynı yerinde duruyor, sanki ben koşmuyordum da, yol ayağımın altında kayıyordu.  Ben ne yapacağım derken, ayak sesleri duydum bu kez. Bir yakın, bir uzak. Sağımdan solumdan ve arkamdan.
   

Sebebini bilmiyorum ama o an, içimdeki korkudan eser kalmamıştı. Bir anda durdum ve sanki hiç bir şey olmuyormuşçasına, yüzüme yapışmış ıslak saçlarımı düzelttim. Daha düzenli nefes alıp veriyordum. Burnuma gelen kan kokusu, öncekinden daha cazip ve hoş gelmeye başlamıştı. Anlayamıyordum. İçimde kaybolan korku ve panik, heyecana dönüşmüş, kalbim korku dolu atışlarını bırakıp, heyecanla kıvranmaya başlamıştı. Sonra tebessümle gülümsediğimi fark ettim. Gülümsemem ne yaptığını bilen, bulunduğu durumdan hoşnut olan birinin gülümsemesiydi.
  
Kulağıma gelen fısıltılar artıyordu. Ölüm, ölüm, ölüm... Bu kez korkmuyordum. Aksine ölüm fikri öyle cazip geliyordu ki delice öldürmek istiyordum. Öldürmek ve daha fazla kan kokusu hissedebilmek.
    
Bu sözümden dolayı bir kan emici olduğumu düşünebilirsiniz, fakat değildim. Bir kan emiciden daha kötüsüydüm belki de. Çok daha kötüsü. Bu yüzden öldürmek, yapıp yapabileceğim en iyi şeydi ve en zevk vericisi benim için. Kan kokusunun verdiği haz, ölümü hatırlatıyordu bana. Kan ve ölüm kardeştiler kısacası benim dünyamda. Bu yüzden delice öldürmek istiyordum ve daha fazla kan kokusu.
  
Ayak sesleri yaklaştıkça, heyecanım artmıştı. Hiç hareket etmeden, gelen ayak seslerinin iyice yaklaşmasını bekliyordum. Gülümsemem artıyordu. Korkunç bir gülümseme. Kendimden korkuyordum. Özellikle deliye dönmüş, aklımın aynası olan kanlı gözlerimden. Can atıyorlardı sanki bir şeyler için. Ne olduğunu biliyordum. Ölüm. Sessiz, karanlık ve acı dolu.

Sırtım gelen ayak seslerine dönük, sokağın ortasında bekliyordum ve iyice yaklaşmış adımın nefesini hissediyordum ensemde. Yağmur damlalarının arasında, esen hafif rüzgarın esintisiyle gelen sıcak nefesin tenime değmesiyle, elimde o ana kadar var olduğunu fark etmediğim sarı saplı hançeri gördüm. Arkamda uzanan el daha bana dokunmadan, hızla arkama döndüm ve ne olduğunu bile bilmeden sadece öldürdüm. Boğazını kestiğim ceset boylu boyunca önümde  uzanıyordu. O pozisyonda kaç saniye durduğumu, neler olduğunu, bu adamların kim olduğunu, neden peşimde olduklarını bilmeden, sadece hançerimi sağa sola savuruyor, hayatım boyunca bilmediğim, öğrenmediğim el, kol  ve ayak hareketlerini yapıyordum. Hangi dövüş sanatına ait bilmediğim bu hareketlerle, yaklaşan her ayak sesini sonlandırıyordum. Hançerimin ulaşmadığı vücutlara inen tekmelerim ya yüzlerini parçalıyor ya da kafalarını kırıyordu. Yumruklarımın bu kadar sert olduğunu ilk defa fark etmiştim.
    
Bu şekilde kaç saniye ya da kaç dakika geçti bilmiyorum ama etrafımı çevreleyen cesetler artıyordu. Cesetler arttıkça heyecanım da artıyor, her hareketim bir canın daha ölümüne sebep oluyordu. Ben öldürdükçe kulaklarıma fısıldayan seste, sanki nefes almayı unutmuşçasına ölüm diyordu. O ölüm diyor, ben öldürüyordum. Dans ederken narince açılan kollarım, şiddetle savruluyordu. Bir danstan farklıydı ama yine de kendimi dans ediyormuş gibi keyifli hissediyordum. Kıvrak ve uyumlu öne arkaya savrulan el, kol hareketleri danstaki gibiydi. Ayaklarım danstakine nazaran daha sağlamdı fakat danstaki kadar seriydi. Uzunca sırtımda sallanan örgümü, dansın ritmine bırakmaktan daha farklısını yapıyordum bu kez. Örgüm silah olup çarpıyordu karşımdakilere. Afallamış yüzlere çarpan örgümün arkasından, boğazlarını kesen hançerim yetişiyor ve hayat onlar için son buluyordu. Her adım, her dönüş, her hançeri savuruş bir sona sebep oluyordu, bir ölüme.
   

Ayak sesleri sonunda kesilmişti. Üst üste etrafa saçılarak yığılmış cesetler teker teker kayboluyordu. Çiseyen yağmur durmuş, sokak lambasının ışığı tüm sokağa yayılmıştı. Sanki bir flim sahnesi için kurulmuş sokağın duvarları, yavaş yavaş ortadan yok oluyordu. Işığın parlaklığı arttıkça artıyor, etrafı bembeyaz bir aydınlık kaplıyordu. Gözlerimi kamaştıran bu aydınlık beni sonsuz boşlukta bırakıyor, etrafımı görmeme engel olacak kadar parlıyordu. Aydınlığın, gözlerimde neden olduğu acıya engel olmak için, yüzümü kollarımla kapatmaya çalışırken annemin uzaktan gelen sesini duydum."Amrita, Amrita..."
Yeni bir sabaha  gözlerimi açtım.

Kurgunun devamı için Tugba487 arkadaşımızı takip edip profilinden kurguya ulasabilirsiniz...

Gönüllü Elçiler  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin