-Bölüm 5-

225 31 7
                                    

Tüm yaşamımız, iki çizgi arasında gizli: Doğmak ve ölmek. İşte o iki çizgi arasında, kaybolan hayatlarımız içinde yolunu arayan kişileriz, aslında. Asıl zaferimiz, aradığımızı bulduğumuzda…

***

“Ablaaa!” diye bağıran Arda’nın sesini takip ettiğimde kendimi mutfakta bulmuştum.

“Geldim!”

“Bardaklar nerede?” dediğinde ona ‘Beni bunun için mi çağırdın?’ anlamında bakışımı gönderirken, o cümlesine bir cümle daha ekledi. “Su içecektim de, bulamadım.”

“Sağdaki, ilk dolap…” dedikten sonra salona doğru ilerledim. Annemi salonda bulamayınca, koltuğun üzerindeki kumandayı aldım ve Ellen’ı izlemek için e2’yi açtım. Ellen’ı karşımda gördüğümde yüzümde bir gülümseme oluşmuştu ve daha sonra bu gülümseme yerine kahkahaları aldı.

Bir saat sonunda Ellen bitmişti. Annem ve Arda dışarı çıkmışlardı. Evde yalnızım, diye düşünürken; Hazal,

“Ben geldim!” diyerek içeri girdi.

“Nerdeydin sen? Haber vermeden evden gidiyorsun.” Derken son cümlem soru sorar gibi çıkmıştı.

“İşim vardı.”

“Ne işiymiş, bu?” diye sorduğumda Hazal’ın telefonu çaldı ve konuşa konuşa odasına doğru ilerledi. Her neyse; ne saklıyorsa ortaya çıkardı, zaten.

Birkaç saat sonra annemler de gelince, uyumak için odama doğru ilerledim. Odaya girdiğimde beni, gökyüzü mavisi duvarlarım karşılamıştı. Uyumak istemiyordum ama uykum vardı. Üzerimi değiştirdikten sonra yatağa uzandım. Yarın uzun bir aradan sonra gelen, iş günümdü ve ben hiç hazır değildim. Yine de, istem dışı kapanan gözlerime engel olmadım.

Ve…

***

Saatin beynimi tırmalayan sesiyle güne ‘Merhaba!’ derken, güneş penceremden sızıp içeri girmişti, bile. Üstüme, üzerinde ‘SUN’ yazan beyaz tişörtümü ve koyu yeşil pantolonumu giydim. Odadan çıkıp mutfağa ilerledim ve çok geçmeden küçük bir kahvaltı sofrası hazırladım.

Bir süre sonra herkes uyanmış, kahvaltımızı yapmıştık. Sessiz bir kahvaltının ardından evden ayrıldım.

“Ben çıkıyorum.”

Otobüs durağına geldiğimde az daha kaçıracağım otobüse bindim ve -şaşırtıcı bir şekilde- boş olan koltuklardan birine oturdum. Kulağıma kulaklığı taktım ve dışarıyı izlemeye başladım. Zaman çok hızlı geçiyordu, sanki. Bu sefer benim için açılan otobüs kapısından dışarıya adımımı attığım an aldığım darbeyle yere düştüm. Karşımda kıvırcık, kahverengi saçlı ve tahminen on yedi – on sekiz yaşlarında bir çocuk duruyordu. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu.

“Yürürken önüne bakmaz mısın, sen?” diye çıkıştı, bana. Hayır, hata kimdeydi ki bu çocuk böyle ‘atar’ yapıyordu?

“Farkındaysan yere yapışmış olan, benim! Bir yardım, bir özür dilemek yerine, suçu benim üzerime atıyorsun!”  diye karşılık verdiğimde, ayağa kalkmak için de hazırlanıyordum. Ben ayağa kalkarken onun tehditkar sesi tekrar duyuldu:

“Dua et, işim var da seninle uğraşacak zamanım yok!”

Ben şaşkınlıkla ona bakarken o çoktan gözden kaybolmuştu. Arkasından ettiğim sözlerin haddi hesabı yoktu ve benim çok çabuk sinirlenen yapım şuan devreye girmişti. Kitapçıya girdiğimde Mahmut Amca’yı kasada görmemiştim. Büyük ihtimalle personel odasındadır, diyerek üstelemedim. Elime toz bezini alıp işe koyulmuştum, bile. Aklımda tek şey vardı ve o da kalbimi yumruklayan benim nacizade duygum, sinirdi.

-NUMARA-Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin