-Bölüm 4-

274 39 9
                                    

(Şiddetle; multimediada ki müziği dinleyerek okumanızı, öneriyorum!)

Gözlerimi tüm dünyaya kapattığımız zaman, elbet gelecekti. Bizden sonra ne olacaksa olacaktı. Bunu bilmemek, bazıları için problem olacak, bazıları içinse dünyada bulamadığı huzur... Benim için ne olur, bilmem ama hatırlanmak en büyük hediye olurdu. Augustus Waters'ın da dediği gibi:

"Unutulmaktan korkuyorum." [2]

Her ne kadar Augustus Waters bir kitap karakteri olsa da, ona kesinlikle katılıyordum. Unutulmamak isterdim, ben de. Hatırlanmak isterdim.

***

Bir hafta sonunda; annem yoğun bakımdan iki gün önce çıkarılmış, normal odaya gönderilmişti. Tahmin ettiğiniz üzere babamdan ses seda yoktu. Ben ise hastane koridorlarında ayrı bir mücadele vermiş, belim ağrıdan tepki vermez olmuştu. Ayrıca bir hafta boyunca işe gitmemiş, bunu da Mahmut Amca'ya üstü kaplı bir şekilde açıklamıştım.

Kısaca bir hafta boyunca yaptığım tek şey; annemin iyileşmesini beklemekti, Arda ile.

Elimde bir plastik bardak sıcak kahveyle, dışarının kavurucu sıcaklığına kendimi hapsetmiştim. Kahveyi rahatlatması için içiyordum fakat güneşin o ateş saçan sıcaklığı tam tepeme işlerken, bu pek mümkün olmuyordu. Boş bir banka oturduğumda, yalnızca bir yudum aldığım kahveyi çöp kutusuna boşalttım. Siyah saçlarım tek bir rüzgar hissetmezken, elimde sadece beyaz plastik bir bardak bulunuyordu. Bir şeyler düşündüğümde, ayrı yeten farklı şeylerle uğraşmak rahatlatıyordu. Mesela; bardağı iki elimin arasına alıp, evirip çevirmek gibi. Ve bize neredeyse bir paragraf konuk olan bu plastik bardak, şimdi bu işe yarayacaktı.

Bardağı evirip çevirirken, aklıma o bir hafta önceki ses gelmişti ve bu ben de bilinmedik bir tebessümü uyandırmıştı. Bir haftadır, o soruyu düşünüyordum:

"Acaba, bu hayat bana ne olmamam gerektiğini öğretecek?"

Tuhaf değil mi, sizce de? İnsanlar kendini bildi bileli, bu sorunun tam tersi cevabı ararken, hiçbir şey başlamadan önce sorduğu soruyla neden çelişir ki? Mesela, her yıl öğretmenlerimizin klasik sorusu: "İleride ne olmak istersiniz?" Ne olmak? Ne olmamak, değil. Aslında, düşününce iki sorunun cevabı da ben de değildi. Belki de Shakespeare haklıydı.

"Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!"

Shakespeare'a nereden geldim, diye düşünebilirsiniz. İnanın ben de bilmiyordum. Belki, sadece saçmalıyordum. Beynim şu olaylardan arınsın, istiyordum; belki de.

Peki, işe yaramış mıydı? Hayır.

Düşüncelerimden sıyrılırken, tekrar kokusundan nefret ettiğim o hastane binasına girmiştim. Hastane binasına girdim ve annemin odasına doğru ilerledim. Annemle iki gün boyunca konuştuğumuz şeyler hep aynıydı.

"Rahat mısın?"

"Evet."

"Bir şey istiyor musun?"

"Hayır."

Odaya girdiğimde biri bayan, iki polis memuru, annemden ifade alıyordu. Arda ise sessiz bir şekilde, oturmuş onları izliyordu.

"Bunların ne işi var, burada?"

"Doktor, morluklardan şüphelenmiş ve polise bildirmiş. Daha yeni geldiler." diye Arda sorumu cevaplarken, ben de farklı bir tekli koltuğa oturmuştum.

"Pekâlâ, Nurten Hanım! Olay nasıl oldu, anlatır mısınız?" diye sordu, iri yarı polis memuru. O sırada annemle göz göz gelmiştik. O kafasını direk polislere çevirirken, ben doğruları söylemesini bekliyordum. Her ne olursa olsun, o adam cezasını çekmek zorundaydı.

-NUMARA-Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin