Gözlerim nefesimin azaldığını fark edecek ki açıldı. Burnumu ve ağzımı kapatan bir yastık ile üzerime tırmanmış bir adet dişi ayı Hazal karşımda duruyordu. Hızlıca elimi kaldırdım ve onu ittim.
"Amaç ne? Beni öldürmek falan mı istiyorsun, kızım?!"
"Amaç seni uyandırmak, Nava! Ayılarla kış uykusuna yatmış gibi uyuyorsun, üstelik hava bu kadar sıcakken. Bu yüzden ben de…"
"Sen de bu yolu seçtin!" diyerek sözünü kestim.
"Hadi kalk artık, ya! İşe geç kaldın, zaten!"
Saate baktım ve gözlerim beni yanıltmıyorsa işe yetişmek için on dakikam vardı. Hazal’ı odadan kovar kovmaz üstümü değiştirdim. Bir tişört ve bir de kot geniş pantolon her zaman vazgeçilmezim olmuştur. Diğer kızlar gibi değildim. Yani küçükken bir barbie bebeğim olmamıştı, onun yerine erkek kardeşimin kırık, bozuk oyuncak arabaları vardı. Sonra evcilik oyunları da bana göre değildi. Oynasam bile güvenlikçi olurdum, o derece. Mini etekler, şortlar…bunlar bensiz daha güzeldi. Kahvaltı yapmadan ve Hazal’a “Hoşçakal” diyerek evden çıktım. Hazal benim küçüklükten beri arkadaşımdı. Arkadaş kelimesi hafif kalırdı, biz kardeş gibiydik. Arda –kendisi kardeşim olur- ‘dan daha yakındık. Ailemle aram hiç iyi olmamıştı. Babamla annemin de aynı şekilde… Her sabah kavga sesleriyle uyanmaktan bıkmıştım, bu yüzden daha on sekizime basmadan ayrı eve çıkmıştım. Benim ailem tabi ki de hemen kabul ettiler, sonuçta evden bir boğaz eksiliyordu. Hazal’ın ailesi her zaman daha yakın olmuşlardı, bana. Kendi ailemden daha yakın… Hazal’a izin vermeleri kolay olmamıştı ama bunu başarmıştık. İkimizde on yedi yaşındaydık ve ben okul dışında bir kitapçıda çalışıyordum. Allah’tan yaz tatiline girmiştik ve iki işi bir arada yürütmek için bir taraflarımı yırtmıyordum.
Koşarak otobüs durağına gelmiştim. Zaten geç kalmış, buna rağmen otobüs gelmek bilmiyordu ve ben de son çare olarak son paramı önümde duran taksiye binerek vermiştim. Kitapçının önüne geldiğimde azar yemeye ve dediklerine karşılık vermemeye kendimi hazırlamıştım.
"Şey..ımm..günaydın!"
"Nerede kaldın, diye sormayacağım. Sadece bu son ikazım, diyorum. Müşteriler gelmeden rafların tozunu almaya başla!"
Kafamı onay vererek salladım. Sonuçta işten atılmamıştım, bu da iyiydi. Rafları toz alırken bir kitap yere düştü. Mahmut Amca -patronum- bana doğru baktı, karşılık olarak ‘pardon’ anlamında gülümsedim. Kitabı yerden kaldırdım. Adı Aynı Yıldızın Altında’ydı. John Green’in olan bu kitabı herkesten duymuş, olumlu görüşler almıştım ve kitabı gerçekten merak ediyordum. Hazır patron bana arkasını dönmüşken kitabın arkasını çevirdim ve okumaya başladım:
“Yıldızların hastalık ile sağlık, ölüm ile yaşam arasına çektiği ince çizgide gidip gelen iki gencin, sayılı günlerinde sonsuzluğu bulma hikâyesi…
On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace’in birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü çoktan kaleme almıştır.
Fakat Augustus Waters isimli, yakışıklı sürpriz karakter, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu’nda boy gösterince Hazel’ın hayatı bambaşka bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan kızın öyküsü yeniden yazılır.”
Etkileyiciydi. Gerçekten. Kitabın kapağını açar açmaz arasına sıkıştırılmış bir kâğıt parçasıyla karşı karşıya kalmıştım. Hiçbir şey yazmıyordu, bir telefon numarası dışında:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
-NUMARA-
JugendliteraturBen çiçek toplardım baharda. Ellerim taşımazdı, kopardığım çiçekleri. Sevgim bir ışık, düşüncelerim çözümdü. Her şeye rağmen ayaktaydım; çünkü ben, ben idim. Güneş ilk dostum, ilk paylaşıcımdı. İşte ben, o zamanlar çocuktum. Zaman nedir, unuttum. Sa...