BÖLÜM 4 part 2

134 10 4
                                    

Işıl ışıl mücevheri andıran mavi bir ışık sofranın sağ tarafında parladı. Çivit mavisi bir ayna kahverengi toprağı kuşattı. Gök mavisi bir safirin etrafı erimiş altınla çevrildi. Mavi o kadar parlaktı ki neredeyse hipnotize edici bir güzelliği vardı ve ışığı da kendiliğinden geliyor gibiydi. Kervancıoğlu konağında tüm aile ve aile dostları toplanmış, Güneş'e destek olmaya gelmişlerdi."Güneş batarken de bu göl bir başka görünüyor." diye söze başlamayı uygun buldu Zehra hanım. Güneş, 'Bende manzara izleyecek hal mi kaldı? Bu zamanda söylenecek laf mı?' demek için ağzını açmaya niyetlendi ama kendinde o gücü bulamadı. Bütün bu olanlar onu yorgun düşürmüştü. Zehra'nın söylediklerini tasdiklercesine kafasını salladıktan sonra sadece kendisini yakından tanıyanların anlamlandırabileceği üç numaralı bakışını atmakla yetindi. Mesaj Zehra'ya ulaşmıştı.

"Öyle kaşını gözünü oynatma bana. Azıcık kafan dağılsın diye muhabbet açayım dedim."

"Aman Zehracığım, ben bu olanları sittin sene unutamam. Ocağımıza incir ağacı diktiler resmen. Elalem ne diyordur kim bilir? Hangi adı batasıca yaptıysa bunu, Allah onun..."Cümlesini tamamlamasın fırsat vermeden Zehra araya girdi.

"Sus be kadın. Beddua döner dolaşır sahibini bulur. Elalem ne derse desin, boşver. Sen kendi işine bak. Dünürlerle konuştun mu?"

"Sorma, sabahtan beri arıyorum ama açmıyorlar. Haklılar tabi. Ben de onların yerinde olsam açmazdım. Bir tanecik oğlum var. Onun da adı 'hükümlü'ye çıktı. Vay benim başıma gelenler..."

Son cümleyi söylerken gözlerinden yaş gelmesine engel olamamıştı. Mirza, annesini böyle güçsüz görmeye alışkın değildi. Zeyşan'ın nişanıyla ilgili haberi bile soğukkanlılıkla karşılamıştı. Babasının cenazesinden beri ilk defa herkesin önünde ağlıyordu.

"Amma da meraklısın beni hapse sokmaya. Söyledim ya. Bir yanlış anlaşılma olmuş, hemen düzelttik. Hüküm falan yok hakkımda."
"Ah oğlum, sen bilmiyor musun buranın milletini? Pireyi deve yaparlar Kaynayan bir kazan, her an patlamaya hazır bir bomba. Şimdi her yerde seni konuşuyorlardır. Hakkında kim bilir neler atıp tutuyorlar. Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Ne yapsak, gazeteye ilan mı versek acaba? Ne dersin Halim? Sen anlarsın bu işlerden."

Halim durgundu. Sofradaki konuşmalara kulak verdiği pek söylenemezdi. Yalan söylemeyi küçüklüğünden beri hiç beceremezdi. Yüzünden her şey anlaşılırdı. Güneş ya da Zehra anayla göz göze gelmemek için elinden geleni yapmış, onlara en uzak köşeye oturmuş, önemli bir arama bekliyormuş gibi sürekli telefonuyla ilgilenmişti. Güneş ona soru sorunca donakaldı. Ne yapmalıydı? Güneş'in yüzüne baktığı an her şeyi anlayacaktı. Kendinden emin davranmalıydı. Boğazını temizleyerek zaman kazanmaya çalıştı. Halimdeki değişikliği fark eden Aslı, onu kurtarmak için devreye girdi.

"Bugünlerde kimse gazete okumuyor ki Güneş teyze. Herkes işini internetten hallediyor. Ben halkla ilişkiler ekibiyle konuşur, gereken açıklamayı sosyal medyadan yaptırırım. Sen içini ferah tut."

"Sağ ol kızım. İyi ki varsınız."

Halim'deki durgunluğun tek sebebi yalan söylemenin verdiği endişe değildi. Uzun zaman sonra ilk defa maaile sofraya oturmuşlardı. Yüzünü hiç görmediği babası geldi aklına. Zaten Halim doğmadan çok uzun zaman önce göçüp gitmişti ebedi mekanına. O zamanlar fotoğraf gibi bir imkan olmadığından babasının neye benzediğine dair hiçbir fikri yoktu Halim'in. "Vatanını savunurken hayatını kaybeden genç kahraman" olarak hep hikayelerini dinlemişti. "Yavrum, kan çıkar. Sana ihtiyacımız var. Yapma, gitme." diye yalvaran ailesini dinlemeyip sevdiği kadını kaçırışını, askerdeyken erkenden şehit oluşunu, annesinin babasının arkasından ne çok acılar çektiğini dinleyip durmuştu. Yaşı, idrakin kapıyı çaldığı vakte gelinceye kadar babasını hep elindeki taramalı tüfekle milyonlarca insanı öldüren bir süper kahraman olarak hayal etmişti. Okuldaki, mahalledeki arkadaşlarına, Mirza'ya -çoğu zaman kendi hayalleriyle süsleyerek konuşmalarını- babasını anlatıp durmuştu. "Benim babam şehit olmuş biliyor musunuz?" diye başlayıp "Kaç kişiyi öldürmüş biliyor musunuz?" diye devam etmişti. Ama yıllar geçti, aklını fikirler kurcaladı, kalbi büyüdü ve idrak, kapısına geldi sonunda. İşte o gün, her anlamsız kelime anlamlandı zihninde. Aile denen şeyin ne yüce bir kavram olduğunu, anne, baba, yetimlik, öksüzlük kelimelerinin -gerçekten- ne demek olduğunu, hepsini anladı. Şimdi ise idrak etmenin verdiği sorumluluk ve biliyor olmanın verdiği buruk acıyla izliyordu sofrayı.

HAYAL-İ MUHALHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin