chapter nine: undefined feelings

1.1K 82 154
                                    

ARALIK 2013, NEW YORK

Robotlarla olan savaşlarının üzerinden iki gün geçmişti. O günden beri, Tony ile tartışmalarından dolayı Steve kendini çok kötü hissediyordu. Bir anda içinden ne çıkmıştı, neden o tepkiyi Tony'e vermişti, üzerine çok düşünsede bulamadı. Tartışırlarken beyninin mantıklı tarafı saçmaladığının ve Tony'nin yanlış olan hiçbir şey yapmadığını biliyordu. Steve de o durumda olsa, o kızı binadan çıkarmak için canını gözünü dahi kırpmadan verirdi. Tony de aynı şeyi yapmıştı, üstelik hem kendisi, hem de hayatını kurtardığı kız sapasağlamdı.

Peki, neden Tony'i dikkatsiz olmakla suçlamıştı? Mantıklı yanını dahi susturacak kadar güçlü olan o şey neydi? Tony ile iyi anlaşmaya başlamaları mı? Aynı çatı altında yaşamaları, ya da Tony'nin hepsini aynı çatı altında buluşturması mı? Bir zamanlar mağrur, kendini bilmez ve kaba olduğuna tüm kalbiyle inanıp küçümsediği adamın maskesi altında herkesten sakladığı gerçek kişiliğinin birkaç defa gözüne ilişmiş olması mıydı yoksa? Onu gerçekten tanıyamadan, birbirlerine karşı, tüm dünyaya karşı ördükleri duvarları kıramadan, gerçekten birbirlerini göremeden onu kaybetme korkusu muydu onu bu anlık öfkenin pençesine düşüren?

Steve Rogers, iki farklı dem yaşadığı ömründe sayısız mücadeleye girmiş, nice zaferler ve nice ölümler görmüş bir askerdi. Sırt sırta savaştığı insanları, askerleri, arkadaşlarını affetmez ölümün mutlaklığına yitirmişti. Bucky'nin öldüğünü sandığı zamanlarda bile, düşmanı ölüm değildi. Kim olduğunu, görevlerini ve sorumluluklarını, her zaman arzuladığı şeyin ölüm gibi acı ve keskin bir dikeni olduğunu biliyordu. Bu yüzden hayatı boyunca, asker olmadan çok öncesinde bile, ölümü her zaman sessiz gözyaşları ve kabullenmeyle karşılamıştı. Çünkü onlar askerdiler, savaşta askerler her zaman ölür. Nefes alıp verirken onları ayrı tutan, birbirleriyle savaşmaya iten her sebep, ölümün buyruğu altına girdikleri andan itibaren önemsizleşirdi, çünkü o andan itibaren hepsi aynı savaşın kurbanları olurdular. Adil değildi, Steve biliyordu. Ama içinde yaşadıkları gerçek buydu. O her ne kadar son nefesine kadar bu gerçekten ve düzenden nefret edecek olsa da.

Dr. Erskine, zamanında onun için "Mükemmel bir asker değil, ama iyi bir adam," demişti. Bu sözleri, Steve yüzünde buruk bir gülümsemeyle andı. Kim bilir, belki de bunlar Steve'i en iyi tanımlayan sözcüklerdi. Hatta cevabını bulmak istediği soruların cevabıydı belki de.

*

Ertesi gün, Tony gözlerini kasvetli ve yağışlı bir Aralık sabahına açtı. Yerden tavana kadar uzanan devasa camdan, güneşin kasvetli bulutlar arkasında gizlendiğini gördü ve gözlerini kırpıştırdı. Böyle günlerden nefret ederdi, bundan dolayı ailesinin ölümünden sonra her zaman güneşli olan Malibu'ya yerleşmişti. Başını yastığa biraz daha gömüp gözlerini yumdu. Dün gece yine iyi uyuyamamıştı -bundan önceki geceler gibi- ve başının ağrısı onu öldürebilirdi. Uyumak için çabaladığı her saniyede başı biraz daha sızladı. Kendiyle girdiği mücadelesi birkaç saniye daha sürdükten sonra pes edip, yenilgiyi yastığı öfkeyle yatağa fırlatarak kabullendi. Belinin aşağısına kaymış olan pijamasını umursamayarak ayaklarını sürüyerek banyoya girdi ve elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladı.

Ağzı diş macununun köpüğüyle doluyken, "J, saat kaç?" diye sordu.

"Saat sabah yedi buçuk, Efendim," diyerek cevapladı her zamanki gibi yumuşak İngiliz aksanlı ses.

İçinden sabaha ve erken saate küfürler savururken, tekrar odasına girdi ve siyah atletinin üzerine eski bol gri MIT kazağını geçirdi ve ortak kata inmek için asansöre bindi.

Untold • StonyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin