Hemen gözlerimi çevirip Bay Güneş'in az önce bahsettiği yere tedirgince baktım. Kel ve tıknaz, orta yaşlı bir adam masada tek başına oturmuş peçetesiyle kibarca dudaklarını siliyordu. Peçetesini tabağının yanına alırken gözlerini bir anda bana çevirdi. Yakalanmamın etkisiyle gözlerimi hızlıca masama diktim. Bende kendi önümde duran peçeteyi alıp terlemiş anlıma götürdüm. Sana söylenen kişiye gözlerini dikip bakmamalısın, ortaokullu kızlar bile bilir bunu.
Ormanın pencerelerden sızan ferahlatıcı havasını derince içime çektim. Geçmişin hatıralarını zihnimde arayıp bulamasam da bedenimde hissetmeye çalıştım. Şefin sözleri kulağımda çınlarken bu yaşadıklarımın da bir rüya olup olmadığını merak ettim. Naneyi uzatır mısın, tatlım? demişti şef. O naneyi asla uzatmamalıydım.
Bedenimdeki tüm gücü bacaklarımda toplayarak masadan kalktım. Bir yandan ilerlerken diğer yandan kaçış yöntemlerini hesaplıyordum, bu muhtemelen restoranın kapıya en uzak masasından. Ben yürüdükçe restoranın tahta parkeleri gıcırdıyordu. Göz ucuyla pencerelere baktım. Derin, sakin ve uğultulu ormanın kokusu içeri sızıyordu. Bir insanın sığabileceği kadar genişti fakat fazla yukarıdaydı. Tırmanabilmek için masayı tamamen duvara yaslamam gerekirdi. Bunun için yeterince vaktim olur mu? Kapıya koşsam daha mı az zaman kaybederim? Kurşunlardan kaçma konusunda kendimi kanıtladım, değil mi? Buradan canlı çıkabilsem bile dışarıda beni almayı kabul eden bir araba bulabilir miyim? İnsanların başını derde sokmaya hakkım var mı? Ya onların beni öldürmeye hakkı var mı? İçimi bir telaş kapladı, neredeyse yürümeyi unuttuğumu zannettim.
Polis, diye düşündüm masaya yaklaşırken aniden, polise gitmeliyim. Her şeyi anlatmalıyım. Dağ başı değil burası, belki an itibariyle dağ başında olabiliriz ama... ya da gidip paketi alırım. Ne demişti, Bay Güneş, bana haince bir tuzak kurulduğunu öğrendim. Öyleyse bile bile bir tuzağa doğru mu gidiyorum? Ellerimi sıkıca bağladığım siyah saçlarımda gezdirdim. Gömleğimin kol düğmelerini açıp kıvırdım.
Rüyalarımı zihnimde dolandırdım ve Bayan Venüs'ün bu durumda ne yapacağını merak ederek sandalyeyi çekip, bir bıçak yardımıyla tabağındaki eti ikiye bölen kel adamın tam karşısına oturdum. İfadesiz yüzünü yemeğinden çekti ve göz göze geldik. Mendiliyle ağzını hızlıca sildi ve kısık sesle konuştu:
'' İyi akşamlar,'' dedi, soru soran bir sesle. Neden orada olduğumu anlamaya çalışıyor gibiydi. Benden bir cevap alamayınca, dışarıyı süzerek '' Hava ne kadar güzel değil mi?'' diye ekledi. Evet bunu bekliyordum zaten, iş yine havanın güzelliğine geldi anlaşılan. Artık zihnime sertçe kazıdığım bir replikti bu, cevapladım:
'' Evet, ay yeşil, gökyüzü ağaçlarla kaplı ve evren tehlikeli. Hemen paketi alıp gidebilir miyim?'' Adam yüzünü avucu içine aldı ve gayet boş bir ifadeyle,
'' Anlamadım.'' dedi.
'' Neresini anlamadınız?'' dedim. Bu iş sinirimi bozmaya başlamıştı, cümle gayet de doğruydu.
'' Benimle dalga mı geçiyorsunuz?'' dedi, tek kaşını kaldırırken.
'' Neden dalga geçeyim sizinle, yanlış mı söyledim?''
'' Bir anda masama oturup yok yeşilay, tehlikeli falan, ne ima etmeye çalışıyorsunuz'' Adam bir yandan ellerini kafasından gezdirip bir yandan gayet anlamaz gözlerle bana bakınca nasıl bir pot kırdığımı anladım.
'' A, siz gerçekten hava güzel diye dediniz, ben şifre zannettim. Pardon, şuna ne dersiniz? Beni Bay Güneş gönderdi, paketi alabilir miyim?'' Sözlerimi bitirir bitirmez adamın gözleri büyüdü, titreyen ellerini göğsüne götürdü. Bir an boğazına bir şey takıldığını zannettim, yutmakta zorlandığını. Fakat ellerim masada biraz su ararken adam yutkunup sertçe sandalyesini geri itti ve koşarak kaçtı. Ne olduğunu anlamak için arkamı döndüm. Elinde tabancasıyla siyah saçlı beyaz yüzlü ve takım elbiseli bir adam bana dönmüş, kısık ve ölü sesiyle konuşuyordu:
'' Paketmiş, alabileceğini zannetmiyorum, acaba alabilir misin? Ben Bay Güneş'in kendisine vermeyi tercih ederim.'' Gerginlikten gevelemeye başladım ağzımdakileri:
'' Ta-ta-tamam. Ben bir elçiyim sadece, benimle ilgisi yok ki. Paketi vermek istemiyorsanız tamam, bende giderim o zaman.'' Ellerimi masada duran çantaya uzattım. '' Hemen giderim.'' Ceketimi almak için sandalyeye doğru bir hamle yaptım. Adam o sırada gülmeye başladı. Sesine uygun kısık bir kahkahaydı bu:
'' Bizimle dalga geçiyor'' dedi. '' Bizimle dalga geçmesine izin veremem. Şimdi telefonunu eline al ve Bay Güneş'i buraya getir, acele et.''
'' Yapamam, ona nasıl ulaşabileceğimi bile bilmiyorum.'' dedim kekeleyerek. Adam gergince tabancasını havada salladı, ne yapması gerektiğini düşünüyormuş gibi kafası da tabancaya eşlik etti. Sonunda alt dişleriyle üst dudağını ısırıp cevapladı:
'' Öyleyse biz de mesaj olarak seni bırakırız. Bizimle uğraşmaması gerektiğini, bizden alabileceği tek şeyin ne olduğunu anlar.''
'' Evet,'' dedim. '' Tamam, bırakın, ben iletirim. Görsel, sesli farketmez, yaparım.''
''Öyle mi? Görsel olsun.'' Tabancasının güvenliğini kaldırdı.
'' Sakın!'' dedim. Derin bir nefes alarak restorana girdiğim anı düşündüm. Buraya geldiğimden beri aptal gibi davrandım. '' Durun bir saniye, sadece bir.'' Acemi gibiyim, yolu buraya tesadüfen düşmüş bir aptal gibi. Bu adam Bayan Venüs'ü öldüremezdi eminim. Onun gibi davranmalıyım, rüyalarımda olduğu gibi. Tıpkı hikayelerimde yazdığım, geceleri yaşadığım Venüs gibi. Kafamı yukarı aşağı sallayarak yüzüme ciddi bir ifade yerleştirdim. Çantamı ve ceketimi masaya bıraktım. Restorandaki bir grup insan adamın silahını görerek korkup kaçmış, kalan herkes belki de karşımdaki adamın tarafındaydılar ya da yalnızca izliyorlardı bilmiyordum, beni izliyordu. Masada duran su bardağını elime aldım ve söze başladım:
'' Evet, dalga geçiyordum.'' Bir yudum içtim bardaktan. '' Karşımda dikiliyorsun ve Bay Güneş'le konuşabileceğine inanıyorsun, beni öldürebileceğine inanıyorsun. Bence çok fazla hayal kuruyorsun, şuna ne dersin? Paketi bana verirsin ve bende sorun çıkarmadan giderim.'' Lütfen, lütfen, lütfen...
'' Bay Güneş buraya tek kişiyi göndereceklerini zannettiyse bizi çok aptal sanıyor olmalı.''
'' Eğer siz Bay Güneş'in tek kişiyi göndereceğini düşündüyseniz sandığından bile daha aptal olmalısınız.''
Sözüm üzerine dikkatini bir an için benden ayırdı ve endişeli şekilde etrafı kolaçan etmeye başladı. Çevremizdekiler de kafalarını sağa sola çevirip gözleriyle uzaklara gizlenmiş tarafımdan uydurulmuş nişancıları arıyorlardı.
Dikkat dağınıklığından faydalanmak son şansım olabilirdi. İki adım önümde duran telaşlı adama baktım, hiçbir şey düşünmeden elimdeki su bardağını kafasına vurdum. Kaşları ve yüzündeki çizgiler kanarken sinirli biçimde silahını kaldırdı ve kolumdan tutup silahı boynuma dayamak için hareketlenmişti ki uzaktan gelen bir mermi sağ omzuna isabet etti. Tehlikenin uzaktan geldiğini anlayınca kafasını çevirdi. Ben de tıpkı son rüyamda gördüğüm, yaptığım gibi masanın üzerindeki yemek bıçağını alıp adamın eline batırdım. Bu çok canice, diye geçti içimden ama tüm hareketlerim rahatsız edici şekilde tanıdıktı. Elinden düşen tabancayı alıp omzunu tutan bu sinirli ve kafası karışık adamın kafasına dayadım.
Bir anda restoranda muazzam bir kargaşa patlak verdi. Her yerden geçip giden mermiler ve yükselen adrenalin lokantayı sarmıştı. Adam şüphesiz benden daha iri ve güçlüydü ama şu anda çok acınası görünüyordu. Onu tam arkamda duran ahşap masanın altına sürükledim. Buradan çıkmam gerek ama önce:
'' Paket nerede?'' dedim. Görevimi tamamlamadan çıkmaya cesaret edemiyordum. Adamdan ses çıkmayınca bu kez bağırdım. '' SÖYLE!'' Sessizce cevapladı:
'' Ondaydı, masandan kaçan adamda...'' Tabii ondadır. Artık gitti sanırım ve bende biran önce buradan kurtulmalıyım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAYAN VENÜS
ActionGünün birinde, eve döndüğünüzde anne ve babanız size bir silah doğrultsaydı ne yapardınız? Ya rüyalarınız aslında yaşadıklarınızsa? Şehrazat'ın hayatı bir anda geri dönüşü olmayacak şekilde değişecekti. Çok sürükleyici, elimden bırakamadım. - Ablam...