Ninhursag, karşısında ondan şifa bekleyen ellere odaklanmıştı. Ne yazık ki artık onun için yapabileceği birşey yoktu. Onu iyileştirebilmesi için önce ciğerlerinde biriken zifti atmalıydı. Ama malesef bu kir organlarına yapışmıştı. Onu rahatsız eden şeyin çıkarılması demek, organlarının çıkarılması demekti. Ninhursag'ın içi kan ağlıyordu. Halkı yavaş yavaş ve eziyetli şekilde ölecekti.
Pencereden farklı renklerdeki zehirli gazlarla dolu havaya baktı. Bu muydu gelişmişlik? Eğer olması gerektiği gibi gelişselerdi doğaya zarar vermezlerdi. Keşke kendilerinin de doğanın bir parçası olduğunu kabul etselerdi. Doğa öldüğü için insanlar da yavaş yavaş ölüyordu. Bir şeylerin ters gittiğini neden başka kimse düşünmemişti?
Peki Enki neredeydi? Gideli aylar olmuştu. Utu'nun Tiamat'tan Aurum'u getirmesi bir hafta sürmüştü. Belki de Anu; Utu'yu küçültmekle ve Enki'ye fazla güvenmekte hata etmişti. Enki'nin en küçük hatası onu gözden düşürecekti. Gidişat Enki'nin düşmesi üzerineydi.
Hasta gidince Hun içeriye girdi. Düzgün yüz hatları ve elleri olmasına rağmen gözlerinin içinde hissettiği derinlik daha çok ilgisini çekiyordu. Ona karşı her zaman çok fazla nazikti. Diğer hizmetkarların yanında çok daha içtendi.
"Majesteleri gitsek..."
"Hastalar bitti mi?"
"Hayır majeste."
"Bitene kadar gitmeyeceğim. Benim burada prenses olduğumu bile yok. Biliyorsun hologram TV'ye çıkmıyorum. İstersen sen gidebilirsin."
"Sizsiz asla gitmem."
"Hastalar bekliyor. fazla gevezelik yapma."
Hastalar bittikten sonra fazla oyalanmadan saraya doğru yola çıktılar. Hun aracı hazırlamıştı.
"Araç kullanmayacağım. Kaynaklarımız tükenirken bu savurganlığı yapamam."
"Fakat majesteleri biliyorsunuz ortalık karışık."
"Benim halkım asla birbirine saldırmaz."
Hun'un süngüsü düşmüştü. Ninhursag'ın hiç bir şeyden korkusu yoktu. Olması gereken olurdu.
Yolda yürürken şehirde bir tehlike havasının farkına vardı. Askerler kontrolü ellerinde tutmaya çalışıyorlardı. Büyük Anu heykelinin çevresinde bir kalabalık vardı. Bir süre sonra kızgın kalabalık heykeli devirdi. Düzenli aralıklarla sloganlar atıyorlardı.
"Ne oldu burada?"
"Aurum tasaruf projesinden dolayı asansörler durduruldu. Biliyorsunuz binaların alt katına birçok eğlence merkezi açıldığı için yaşam alanları üst katlardaydı."
Ninhursag binaların sonunu görebilmek için başını göğe kadar kaldırdı. Çatılarını görebilmesi imkansızdı.
"Tabi eğlence merkezlerinin de kapatılması iyi olmadı. İnsanlar sinirli, Her gün kayıp veriyoruz."
Sokakta yürümeye devam ederken arkalarından bir grup insan koşturdu. Ninhursag ne olduğunu anlamak için arkasını bile dönmeye fırsat bulamadan sırtından yediği bir darbeyle yere yuvarlandı. Hun hızlı hareket etmiş kendisini kurtarmıştı. Ninnursag aceleyle kendini düzeltti. Neden kendilerine saldırıyorlardı ki? Hun Ninnursag'ın önüne geçmiş saldırıya hazır bir şekilde bekliyordu. Karşıdaki adamın bıçağı vardı. Hun karşısındaki adama odaklanırken, başka bir adam Ninhursag'ın gözünün içine bakıyordu. Saniyeler içinde adamın hamle ettiğini ve havada ona doğru küçük parlak birşeyin uçtuğunu gördü. Hun yine erken davranmıştı. Ninhursag'ın önüne atlamıştı. Atlarken 'Majesteleri' diye bağırmıştı. Bunu duyan adamlar önce birbirine bakmış sonra oradan kaçmışlardı. Demek ki kraliyet ailesinden birine zarar verecek kadar gözleri kararmamıştı. Ninhursag'ın ise tek ilgilendiği Hun'du. Hemen Hun'un çağrı cihazını aldı ve sarayı aradı. Çağrıya cevap verenler Ninhursag'ın sesini duyduklarında çok şaşırdılar ve acil anons geçtiler. Ninhursag Hun'un başını kollarının arasına aldı ve gözlerine baktı. Artık açık mavi gözleri çok daha derin bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaradılış
Science FictionBaşlangıçta tek amacımız gezegenimizi kurtarmak ve özgürlüğümüzü kazanmaktı. Savaşı kazandıktan sonra Aurum metalinin bize sunduğu olanaklar gözümüzü kör etti. Kendi gezegenimiz tükenirken biz gözümüzü başka yıldız sistemlerine çevirdik.