Taşınma Günü

2.4K 131 96
                                    

Oy vermeyi ve satır arası
yorum yapmayı unutmayınız.
.
.
.
.
.
Yepyeni bir hayat, yepyeni bir şehir, yepyeni arkadaşlar... Herkesin istediği şeylerdir bunlar. Güzel bir okulda okuyup, mutlu bir şekilde yaşamını devam ettirmek... Hoş hayaller... Normal insanlar genelde hep böyle şeyler düşünürler. Peki ya ben? Ben mi?

Ah tabiki ben de aynısını düşünüyorum. Başarılı bir şekilde bu yeni geldiğim şehirde üniversiteyi bitirip hayata atılmak istiyorum.

Buraya gelmeden yaklaşık iki yıl önce dayımın bana aldığı arabamdan inip yurdun önünde durdum. Üniversite bitene kadar burada kalacaktım. Oldukça büyük bir yerdi. Zaten gittiğim üniversite şehrin en iyi üniversitelerinden biriyken yurdunun kötü olması mümkün müydü?

Giriş kapısına kadar yürüdüm. Bir sürü eşyam vardı ve ben kara kara onları nasıl yukarıya çıkaracağımı düşünüyordum. Resepsiyonda görevli olduğunu düşündüğüm bir adamı yardım için çağırdığımda memnun olmayan yüz ifadesiyle bana yardım etti.

Tek tek kolileri odama çıkardığımızda teşekkür ettim. Ağzında rica ederim gibi bir cümle geveleyip odadan çıkıyordu ki sanki bir şey hatırlamışçasına tekrar arkasını döndü.

"Ah bu arada söylemeyi unuttum. Yaklaşık bir buçuk saat sonra meydandaki konferans salonunda bir seminer olacak. Üniversite hakkında konular konuşulacak. Katılmanızı tavsiye ederim."

"Pekala. Orada olacağım."

Kafasını sallayıp odadan çıktı. Şöyle bir etrafa baktım. Her yerde koca koca koliler ve üç tane valiz vardı. Rastgele gözüme kestirdiğim bir koliyi alıp köşede, pencerenin çaprazında duran masanın üzerine koydum.

Cebimden hiç ayırmadığım çakımı çıkarıp üstündeki bantı kesiyorken aniden pencerenin önünden belirgin bir karaltı geçti. Ne olduğuna bakacağım sırada oda zifiri karanlığa büründü. Parmağımda keskin bir acı hissettiğimde oda tekrar aydınlandı.

Gözlerimi pencereye çevirdim ancak bir şey göremeyince bu sefer odayı yokladım. Hayır, hiçbir şey yoktu. Tekrar parmağım aklıma geldiğinde endişeyle kafamı eğdim. Fazlasıyla kan akıyordu ve cidden derin bir kesikti. Çakıma kan bulaştığını gördüm.

Banyoya gidip parmağımı suyun altına tuttum. Kan suya karışırken bir süre öyle bekledim. Suyu kapatıp askılıkta duran havluya parmağımı iyice sildim. Ona da kan bulaşmıştı.

Umursamayarak yatağıma gittim. Valizimden çıkardığım battaniyeme sarılarak yattım. Eşyalarımı sonra da yerleştirebilirdim.

Pencereden görünen saat kulesinin ahenkle hareket eden çubuklarını takip ederken uykunun bastırdığı göz kapaklarım daha fazla dayanamadılar ve uykuya daldım.

_________________________________________

Odanın içinde yankılanan saat kulesinden gelen sesle uyandım.

Dong... Dong... Dong...

Azıcık yerimde doğrulup saatin kaç olduğuna baktım. Aman Tanrım, seminere geç kalmak üzereydim.

Hızla kalktım kırışmış tişörtümü elimle düzeltip aynadan kendime baktım. Neyse ki kötü görünmüyordum. O arada gözüme bir şey takıldı. Parmağım... Sanki hiç kesmemişim gibi duruyordu. Yanlış görme ihtimali aklıma geldiğinde diğer elimin parmağıyla dokundum kestiğim yere.

Hayır, sadece yumuşak etti dokunduğum. Ne yara vardı ne de kurumuş kan. Masanın üzerinde duran çakıya baktım. Üzerinde kan gördüğümde banyoya gittim ve havluya baktım. Bunda da kan vardı. Peki ya nasıl olur da parmağımda hiçbir iz olmaz. Sadece bir saatte derin bir yara iyileşemez. Garip...

Seminere geç kalmak üzere olduğumu yeniden hatırladığımda kapının önünden sırt çantamı aldım. İçine odamın anahtarını, telefonumu, cüzdanımı, küçük not defterimi ve kalemimi koyup odadan çıktım.

Merdivenlerden hızla aşağıya inerken resepsiyondaki çocuk onaylamaz gözlerle bana bakıyordu. Çok takmayarak yurttan çıktım.

Var gücümle koşuyordum. İçeri girebilmem için yalnızca yedi dakikam vardı. Yol normal şartlarda on beş dakika sürüyordu. Fakat ben maratonda koşan bir atlet gibi koştuğum için bu süreyi yarıya indirip tam vaktinde orada olabilirdim.

Hızımı daha da arttırıp koşmaya devam ettim. Sonunda gelebildiğimde girişte görevli olan iki kadın kapıları kapatıyordu.

"Durun!"

"Seminer başladı. İçeriye giriş bitti."

"Şey buraya bugün geldim. Burayı bulmak biraz zamanımı aldı. Kusura bakmayın lütfen. İçeriye girmem gerekiyor."

"Ah siz gençler sorumluluk nedir bilmiyorsunuz."

Söylenerek kapıyı tekrar açtı. Hemen içeriye girdim. Bir iki adım attığımda midemde garip bir şey hissettim. Sanki karnımda onlarca kadife kanatlı kelebek uçuşuyorlarmış gibiydi. Hem güzel hissettiriyordu hem de yürümeme bile engel oluyordu.

Elimi karnıma bastırarak yürümeye çalıştım. Salonun kapısına geldiğimde içeriye girmek istemedim. Sanki içeriye girersem içimden az önce karnımda tepişen kelebekler fırlayacakmış gibi hissediyordum.

Yine de üniversite ve yıllık planlar hakkında ayrıntılı bilgi almak için içeriye girdim. Kürsüde bir şeyler anlatan birilerini görmeyi beklerken kimseyi görememem üzerine seminerin henüz başlamadığını anladım.

İçten içe bir rahatlama duygusu bedenimi kaplarken bu seferde oturacak yer bulamama endişesi sardı beni. Ön kısımlar tamamiyle dolmuştu. Orta sıralarda aynı şekilde. Arka taraflarda birkaç boşluk vardı ancak oralara oturursam muhtemelen hiçbir şey göremeyecektim.

Arkada birisinin benim olduğum tarafa el salladığını gördüğümde arkamda birisi var mı diye kontrol ettim. Ancak kimseyi göremediğimde tekrar o çocuğa döndüm. Çocuk sessiz ama duyabileceğim bir şekilde konuştu.

"Seokjin buraya gel. Senin için yer ayırdım."

O tarafa gittiğimde çocuğun kim olduğunu hatırlamıştım. Dayımla birlikte üniversite başvuruları için haftasonu Seoul'e geldiğimizde Min Jae de başvuru için bizimle aynı yerdeydi. O zaten burada yaşadığı için şehir hakkında bir bilgiye sahip olmayan bize çok yardımcı olmuştu.

Şimdi beni unutmayıp geleceğimi düşünüp bana yer ayırması cidden güzeldi.

"Seni gördüğüme sevindim Jae."

"Ben de öyle. Geleceğini tahmin ettiğimden önceden sana da yer ayırdım."

"Teşekkür ederim. Sen de olmazsan ayaktan falan izleyecektim sanırım."

"Önemli değil. Ee yurda yerleşebildin mi?"

"Yığınla koli var ve ben henüz hiçbirini yerleştirmedim."

"Ah yardım edebilirim diyecektim ama böyle işlerden gerçekten nefret ederim. Sana kolay gelsin bro."

"Yardıma ihtiyacım yok, en fazla iki saatimi alır zaten. Yine de teşekkür ederim."

Biraz bekledikten sonra kürsüye takım elbiseli, saçları özenle taranmış, ellili yaşlarına merdiven dayamış bir adam çıktı. Konuşmacı sanırım buydu.

Gözlerimi dev ekrana çevirirken daha yeni üzerimde olduğunu hissettiğim bir çift göz dikkatimi çekti. Dört sıra ileride, başı benim olduğum yöne dönük, ve gözlerinden nefret fışkıran birisi vardı.

Kime bu denli nefretle baktığını merak ettiğimde arkamı döndüm ancak en arkada oturduğum aklıma geldiğinde tekrar kafamı o yöne çevirdim. Hala gözünü kırpmadan bana bakıyordu.

Kimdi bu çocuk? Beni nereden tanıyordu?
En önemlisi neden gözlerinden okuduğum tek şey nefretti?
.
.
.
.
.
.
.
Eveeeet. İlk bölümümüz hayırlı uğurlu olsun o zaman. Bu ficin konusunu okuduğum ve cidden aşık olduğum bir kitaptan esinlenerek buldum. Umarım siz de en az benim kadar seversiniz.

Oy vermeyi ve satır arası yorum yapmayı unutmayınız :)

TaeJin

INEVITABLE |TAEJIN|Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin