Bölüm 2

1.1K 42 10
                                    

Uyandır beni ey Allah'ım daldığım kabustan,

Titretiyor içimi, etrafımı kaplayan kara bulutlar...

 

   Daldığı kabustan uyanalı fazla olmamıştı, ne zaman gözlerini kapasa aklına geliyordu yaşadıkları Hana’nın. 21 yaşına kadar hiç sıkıntısı olmadan yaşayan Hana 21'inde acının ne olduğunu, nasıl can yaktığını öğrenmişti. Kalbi öldürülen ninesi ve abisine ağlıyordu; aklı ise babası, annesi ve küçük kardeşi ile meşgul oluyordu daima. Kim bilir şimdi neredeydi sağ kalan aile üyeleri, hoş! Yaşıyor oldukları da muammadaydı ya!

Yaklaşık bir aydır Mostar’da kurulan derme çatma bir hastanedeydi. Sarayova ve diğer şehirlere göre muhtemelen daha iyi durumdaydı Mostar. Çünkü hastane Mostar’ın doğusunda yani Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgede yer alıyordu. Hırvatların Mostar köprüsünü yıkmalarından bu yana Müslümanlar doğusunda, Hırvatlar batısında yaşamaya başlamışlardı köprünün.

Hızlıca çıkardı kolundan serumu Hana. Yeterince yattığını düşünüyordu ki ayağa kalkar kalkmaz sendeledi, güç bela ayakta durabildi. Yürümeyi unutmadığına göre bir gariplik vardı bacağında. Altındaki eşofmanı sıvadı ve bacağında bir protez gördü. Sol ayak bileğinin üstünden başlayıp kaval kemiğine kadar çıkıyordu. Hemen yerine geri oturdu ve bağırmaya başladı.

‘’Ljekar! (Doktor!) Dodi ovamo! (Buraya gelin!)’’ Hana beş dakika kadar bağırdıktan sonra bir hemşire girdi içeri, daha önce gelen değildi bu. Bir önceki hemşirenin başı kapalıydı ancak bu hemşirenin başı açık ve saçları ensesindeydi, üzerinde beyaz bir badi; badinin üstünde ise siyah bir ceket vardı. Yatağa doğru yaklaştığında gözlerinin gece mavisi daha da belirginleşmişti.

‘’ U čemu je problem? (Neyin var?)’’ diye sordu hemşire

 Hana bacağını göstererek ‘’ šta je ovo?( Bu ne?)’’ dedi.

‘’Proteza (Protez.)’’

Bunu dedikten sonra hemşire hararetli bir şekilde bir şeyler anlatmaya koyuldu. Bacağına neden protez takıldığını anlattığına emindi Hana ancak dediği çoğu şeyi anlamadı ve sonunda

‘’ Ne razumem, Znate Turski? ( Anlamıyorum. Türkçe biliyor musun?) diyebildi. Hemşire sıkıntılı bir edayla başını iki yana salladı ve odadan çıktı.

**

    Hana’nın gözüne sabah oluncaya kadar uyku girmemişti. Kendisini incelediği küçük aynasını aldı ve yüzüne baktı. Morlukları azalmış neredeyse hiç kalmamıştı, kürek kemiklerine kadar gelen saçları şimdi beline geliyordu, zaten çok hızlı uzardı saçları. En çok saçlarını severdi Hana. Uzun kumral saçları annesinin dediği ipek gibiydi. Şimdi burada olsaydı okşardı sevgiyle saçlarını Hana’nın. Annesini öyle çok özlüyordu ki…

Kapının aralanmasıyla irkildi, elindeki aynayı hızlıca yorganın içine sokuşturdu. Odaya bir adam girmişti; uzun bir boya, açık sarı saçlara sahipti. Üzerinde beyaz bir önlük, önlüğün içinden de görünen mavi bir kazak giymişti. Doktor gibi görünüyordu görünmesine ama taş çatlasa 25-26'dır diye düşündü Hana. Arkasından odaya deminki Boşnak hemşire girdi.

‘’ Zdravo Hana. On zna Turski. će vam pomoći. Idem u. Vidjeti. ( Merhaba Hana. Bu bey Türkçe biliyor. Sana yardım edecek. Ben gidiyorum. Görüşürüz.) Hemşire hızlıca odadan çıktı ve kapıyı kapattı. Karşısında duran doktor kılıklı adamla baş başa kalmıştı Hana.

‘’Selamun aleyküm Hana. İsmim Selim Brakoviç. ‘’ Sonunda Türkçe konuşan birini bulduğuna sevinmiş bir o kadar da şaşırmıştı. Neden daha önce bulamamışlardı ki Türkçe konuşan birini.

‘’Aleyküm selam. Beni zaten biliyorsunuz. İsmim Hana Öztuna. ‘’

Soru sormaktan kaçınır bir hali vardı karşısındaki adamın, biraz sıkıntılı görünüyordu. Acaba Hana’dan mı çekiniyordu. Hangi doktor hastadan çekinirdi ki? Çekinecek biri varsa o da Hana olmalıydı ama bu adam anlamsız bir şekilde güven verici duruyordu. Öyle olmasına karşın kesinlikle kimseye güvenemezdi Hana. Kim bilir belki de kökenlerinde Sırp veya Hırvat vardı. Böyle birine asla güvenmezdi artık. İki ırktan da nefret ediyordu.

‘’Hana aklında benimle ilgili soru işaretleri olduğuna eminim. Bu yüzden biraz kendimi tanıtmama ve bazı planları anlatmama izin ver. Tanışma faslı yavaş gelişen bir şeydir ancak biz bunu hızlıca gerçekleştirmek zorundayız.’’

Neden hızlıca tanışmak zorunda olduklarını anlamamıştı Hana. Burada Mostar’da bir nebze de olsa güvende olduğunu düşünüyordu. Savaş henüz bitmemişti ancak uyduruk bir antlaşma imzalanacağından bahsediliyordu, ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton hava üssünde müzakereler devam ediyordu. Hana umutla iyi bir sonuç bekliyordu. İnşallah Bosna halkına yaşatılan bu zulümler dönüp dolaşıp Sırplara ödetilirdi, ödetilmek zorundaydı! 300.000 kişi dile kolay! Heyhat! 300.000 kişiyi katletmelerinin elbette bir bedeli olmalıydı. Ve bu bedel ödenmeliydi!

Hana bunları düşünürken Selim Brakoviç konuşmasını sürdürdü;

‘’Ben Omarska toplama kampından geliyorum. 24 Mayıs 1992’de Prijedor Sırbistan’dan gelen tanklarla kuşatıldı, Müslüman köyleri, evleri ateşe verildi, o gece evler basıldı; kadın ve çocukları ayırdılar, erkekleri götürdüler. Ben dahil olmak üzere bütün erkekleri bir polis aracına yükleyip Omarska’ya götürdüler. Orada açlık sınırında yaşadık. İtfaiye suyundan içtiğimiz için çoğumuz dizanteri olmuştuk. Kimimiz öldü kimimiz ise çok zor atlattı hastalığı. Ben şanslılardandım hastalığı üç hafta içinde atlattım. Kendi tıp bilgimle de birçok kişiyi iyileştirdim ama yine de çoğuna yetişemedim. Omarska’yı maden ocağına dönüştürdüler ve bizleri oralarda çalıştırdılar. Silahlı milislere katıldığını öne sürdükleri Müslüman Bosnalılar ile Hırvatları orada sorguya çektiler. Kadınlar ve çocuklar bir jimnastik salonunda esir olarak tutuluyordu daha sonra kadınları jimnastik salonundan trenlerle kampa getirdiler. Benim bulunduğum bölümde 30 Müslüman kadın vardı; her gece tecavüze uğruyorlardı. Beşi orada öldü. Öbürleri cinnet geçirdi. Bosnalı kadınların da kampta olduğu duyulunca Sırplar hepsini bir gece kapının önüne koymuş. Ve 30 kadın, kasabaya 20 kilometrelik yolu yürümek zorunda bırakılmış. Bunları çok daha sonraları öğrendik tabi. Vahşetin enlerini yaşattılar bizlere dört yıl boyunca.’’

  Hana şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu. Brakoviç’in anlattıklarına daha fazla dayanamadı ve ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Hana. Annesine, babasına, dedesine, ninesine, abisine ve küçük kardeşine için için ağlıyordu.

‘’Seni üzmek istemedim. Affet beni!’’ dedi Selim Brakoviç endişeyle,

‘’Siz üzmediniz beni. Yaşadıklarım, ailemin yaşadıkları, Müslümanların yaşadıkları üzdü beni. Nasıl vicdansızlık nasıl kalpsizlik bu?’’ Hana kendini tutamıyordu.

‘’İnan bana yüreğim yanıyor benim de, uyku tutmuyor zaman zaman. Gözlerime doluyor yaşadığımız her acı olay. Ama maalesef şimdi bunları unutmak zorundayız. Buradan kurtulmak istiyorsak en azından şimdilik kendimizi kontrol etmek zorundayız. Türkiye’ye dönmeliyiz!’’

Ne diyordu bu adam? Ne kurtulması? Nasıl gidebilirlerdi Türkiye’ye böyle bir durumda, sınıra yaklaştıkları anda öldürülürdü ikisi de. Hem sınıra ulaşmanın mümkünatı yoktu. Mostar sınıra çok uzaktaydı. Ayrıca hem Sırbistan’dan hem de Bulgaristan’dan geçmeye çalışmak ölüme bile isteye gitmek demekti.

‘’Sizin aklınız yerinizde mi? Türkiye’ye nasıl dönebiliriz? İmkanı yok. Unutun bunu. Ayrıca sizinle tanışalı daha beş dakika oldu. Size güvenebileceğimi nerden çıkardınız?’’

‘’Tarık’ın kardeşi olduğuna göre bana da güvenmek zorundasın küçük hanım.’’ Son cümle ağır gelmişti Hana’ya; abisinin adını ilk kez bir yabancının telaffuz ettiğine şahit oluyordu. Derken kulakları duymaz, gözleri görmez oldu, o anda yere yığıldı. 

HANAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin