Bölüm 4

628 28 4
                                    

**

‘’Neden Tuzla Selim?’’ diye sordu merakla Hana.’’ Saraybosna’da da havaalanı var?’’

‘’Saraybosna’da Sırp militanlarının dolaştığını bildirdi eniştem. Kontrol amaçlı. O yüzden Tuzla’ya gidiyoruz. Ratko eniştem uzun yıllar çalışmıştı Tuzla’da. Uçağı ayarlaması daha kolay olmuş olmalı.’’

Sakince kafasını salladı Hana anladığına dair. Ne olursa olsun buradan bir an önce kurtulmak istiyordu. Tuzla Saraybosna’ya fazla uzak sayılmazdı. En geç 2 saate ordalardı ama İngiliz aksanlı, Bayburtlu görünümlü adam onları bir saate yetiştirecekmiş gibi duruyordu. Niyeyse kanı ısınmamıştı bu adama. Bilmiyordu.

**

Selim’in sesiyle daldığı uykudan uyandı Hana. Bir gün öncesinden uykusunu alamamış olmanın verdiği yorgunlukla yol boyu uyumuş olmalıydı.

‘’Hana Tuzla’ya giriş yaptık. Uyan hadi!’’ Hızla doğruldu saçma sapan uyuyakaldığı yerden. Saçları birbirine karışmış, onları gözlerinin önünden çekmeye çalışıyordu. Bir yandan da sordu,

‘’Geldik demek? Bizimkiler nerede bekliyor?’’ İçine içine sığmıyordu yıllardır acı çeken, ailesinden ayrı bitap düşmüş kızın. Öyle özlemişti ki ailesini. Bir an önce görmek, hepsinin ellerinden sıkı sıkı tutup bir daha bırakmamak istiyordu.

‘’Onlarda Tuzla havaalanına doğru yola çıkmışlar eniştemle birlikte. Hemen hemen aynı vakitte havaalanında olacağız inşallah.’’ Selim sessizce gülümsedi. Hana da karşılık verdi.

Yarım saat sonra havaalanındaydılar. Araba durdu. Hana hemen indi arabadan. Vakit hayli ilerlemişti. Kolundaki saate baktı 21.41’i gösteriyordu. Dün geceden beri yoldaydılar; sonunda gelmişlerdi. Onların olduğu yerden biraz gerisinde lacivert bir araba durdu, modeli belli olmayan. Farları gözlerini almıştı Hana’nın, Selim’in ve Bayburtlunun. Arabadan bir çocuk fırladı ve koşturmaya başladı Hana’ya doğru. Hana kalbi yerinden çıkacakmışçasına,

‘’Ahmeeeedddd!! Kuzum canım kardeşimm!!’’ Olan gücüyle koşuyordu Hana bileğindeki protez onu yavaşlattığı halde.

Küçük çocuk atıldı ablasının boynuna. Başladı ağlamaya. Hana onunla hep oyunlar oynadığı için, sürekli küçük kardeşiyle vakit geçirdiği için çok düşkündü Ahmed ablasına. Hana’da Ahmed’e…

‘’Ablaamm! Çok özledim seni. Bir şey oldu sandım. Bir daha göremeyeceğimi sandım.’’ Hem hıçkırıyor hem minik sesiyle konuşmaya çabalıyordu.

‘’Ablamm. Ben de seni çok özledim. Bak buradayım. Allah ayırmadı bizi, tekrar kavuşturdu kuzum.’’ Hana da koyverdi kendini, göz yaşlarına boğulmuştu. Arkasından abisi ve annesi geldi Hana’nın. Dört kişi birbirine sarıldılar, uzun zamandır ayrı kalmanın hasreti 5-10 dakikalık bir sarılmaya sığacak cinsten değildi; geçen dört yılın hasreti, acısı öyle kolay kolay geçmeyecekti!

‘’Hana’m adı güzel, kendi güzel, huyu güzel kardeşim benim. Seni bulamadım, kol kanat geremedim affet beni can içim!’’ Abisi yanan gözlerini oğuştururken, bunları söylüyordu Hana’ya.

‘’Ah abim ne yapabilirdin ki? Elinden geleni yaptığını biliyorum ben senin. Sen üzme kendini. Bak bir aradayız.’’ Kırmızı suratı, ağlamaktan kanlanmış olan mavi gözleriyle gülümsedi abisine. Ardından annesine döndü,

‘’Annem, elleri cennet kokan annem. Çok özledim seni. Bitanem!’’ Annesini öpücüklere boğdu Hana. Bir annenin yerini kimse dolduramazdı çünkü. Meşhur bir söz vardı Hz.peygamberimizin( S.A.V) ‘’Cennet anaların ayakları altındadır.’’ Yürekten katılıyordu bu söze Hana. Dokuz ay karnında taşıyan, hastalansa başında geceyi gündüz eden, herkesten çok evladını koruyan, gözeten analardı!

‘’Güzel kızım, iyisin demi? Sana bir şey yapmadılar? Ayağına ne oldu yavrum zorla koşuyodun?’’ Hana’nın aklına söyleyebileceği çok acı olaylar gelmesine rağmen sustu. İçine akıttı göz yaşlarını. Şu an konuşulacak şeyler değildi bunlar.

‘’Yok anam! İyiyim ben hiçbir şeyim yok. Ufak bir kaza ayağımdaki meraklanma sen. Mutluluktan ağlıyorum ben.’’ Ellerinin tersiyle sildi akan gözyaşlarını. Bir ara gözü Selim’e takıldı. Abisiyle ve eniştesiyle hasret gideren bir de Selim vardı. Onun da beceriksizce gözlerini silmeye çalıştığını gördü Hana. Bu adam şefkatliydi ve güvenini boşa çıkarmamıştı. Minnet duydu Hana ona içten içe. Eniştesinin de çok yardımı dokunmuştu Selim’in. Bu iyiliğini asla unutmayacaktı…

**

‘’Hazırsanız gidelim valide hanım, küçük bey, can dostum Tarık ve kardeşi Hana?’’ Ne uzun bir cümle kurmuştu Selim öyle. Ortamı yumuşatmak istemişti anlaşılan. Ve başarmıştı da. Herkes hafif bir tebessümle onayladı Selim’i ve yola koyuldular.

İlerde onları bekleyen bir uçak vardı. Yani onları bekliyor olmalı diye düşündü Hana.

Herkes sırayla çıkmaya başladı merdivenlerden. Yerlerine yerleştikten sonra uçağın içinin boş olmadığını gördü Hana. Sadece onlar gitmiyordu Türkiye’ye! Başkaları da vardı. Bir uçak dolusu insan. Böyle bir olay cidden muazzamdı savaş zamanında. Merak etmekten kendini alamadı. Abisine,

‘’Abi? Bu insanlar nasıl geldiler buraya?’’

‘’Tuzla’ya gelirken tanıdık, tanımadık kim varsa toplamaya çalıştık bizimle gelecek cesareti olan. Ratko eniştenin de bazı akrabaları ve arkadaşları var uçakta. Yakalanmadan çıkmalıyız Bosna-Hersek hava sahasından yoksa uçağımızı düşürebilirler. Merkeze haber verilecek uçağın kalktığı, iki kişi ayarladık bunun içinde. Ama onlara bir şey olursa çok kötü olur. Allah vere de başımıza bir iş gelmeye.’’

Hana anladığına dair başını salladı usulca. Yıllar onu daha uslu bir insan haline getirmişti, eski inatçılığından eser yoktu nerdeyse. Mazlum, zulüm edenin sözünden çıkamıyordu çünkü. O ne derse yapmak durumunda kalıyordu ezilen.

Uçağın kalkacağına dair konuşma yaptı kaptan. Ve uzun bir pist boyunca ilerledi önce uçak. Daha sonra havalandı arzdan. Uçak yükseldikçe semaya yeryüzündeki her şey silikleşiyordu. Tepeden baktı Bosna’ya. Yukarıdan bakıldığında bile belli oluyordu savaşın izleri Bosna’da. Sanki kara bir bulut çepeçevre sarmışçasına.

TÜRKİYE/ İSTANBUL – 18 Ağustos 1995

Uçak İstanbul Atatürk Havalimanına iniş yaptığında yine uyuyor olduğuna pişman oldu Hana. Uçaktan beyaz bulutları, mavi gökyüzünü seyretmek çok hoşuna gidiyordu. Ancak uykusuzluğa ve yorgunluğuna esir düşmüş; uyumuştu. Kaptanın anlaşılmaz sesiyle kendine geldi, iniş yaptıklarını haber veriyordu. Herkes yavaş yavaş indi uçaktan. Polisler karşılamıştı onları. Elbette ki kaçak geldikleri Bosna’dan burada böyle karşılanacakları belliydi. Eşyalarını almaları bile beklenmeden, yaklaşık 15 tane polis arabasıyla karakola götürüldüler. Hepsi ayrı ayrı sorguya çekildi ve serbest bırakıldılar. Tabi şartsız değildi hiçbir şey. İkamet edecekleri yeri, nüfus bilgileri her şeyi polislerin bilmesi gerekiyordu. Eşyalarını da karakolun önüne getirmişlerdi. Fazla sıcakkanlı olmamakla birlikte kötü de davranmadı Türk polisler. Yolcular bu işlemlerden sonra salındı ve herkes gideceği yere doğru yol almaya başladı…

Önlerinde duran temiz boş bir sayfa mıydı? Yoksa çektikleri acılara eklenecek olan başka zaman dilimleri mi? 

HANAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin