Elizabeth

6.2K 448 449
                                    

Büyük camın dibinde, yerde oturuyor; gölün altındaki manzarayı izliyordum. Sırtımı pencerenin duvar çıkıntısına yaslamış, bacaklarımı kendime doğru çekmiş, başımı cama yaslamıştım.

Yorgundum.
Yorgunluğum beynimdeydi. Hayır, sadece beynimde de değildi. Beynimden açilan bir karadelik misali bütün organlarımı, bütük deri parçalarımı içine çekiyor, hissizleştiriyordu, uyuşturuyordu. Elimi kaldırdığım her saniye vücudumdaki karadelikten kaçan son enerji damlalarımı yok ediyormuş gibi hissediyordum. Nefes almak bile zor geliyordu. Nefes altığımda göğüsümün kalkıp inmesi bile beni yoruyordu.

Uyuyamamıştım.
Uyuyamamıştım fakat gece beni beklemeyi bırakmış, yerini sabahın gölü hançer gibi yarıp delen ışıklarına bırakmıştı. Tavandan zemine kadar inen büyük, cam pencerelerden suların karanlığı bi gülün solması gibi solmuştu. Geriye ise yeşil-mavi karışımın içinde sanki keyifsizce yaşayan canlıların çıkardıkları kabarcıkları bırakmıştı.

Üşüyordum.
Biraz titriyordum; yerin soğukluğu vücudumdan içeriye, damarlarımdan kendine yol aça aça bedenime yayılıyor, hücrelerim beni sıcak tutmaya çalışırken beni yorgun ve halsiz bırakıyordu.

Üşüyordum.
Fakat umrumda değildi. Soğuk tamamen beni içine çekse de, beni alıp insanların geriye kalan beyaz soğukluklarının bulunduğu yere götürmek istese de müdehale etmiyordum. Beyaz bayrak çekmiştim. Fakat yakıcı soğuk beyaz bayrağımı deliyordu. Cephanem azalıyordu. Direnmeliydim.

Direnmeliydim.
Sadece yakıcı soğuğa değil, beni yakan şeylere, diğer şeylere de direnmeliydim. Her bir parçamı yerden yere vurup ne kadar engel olmaya çalışsam da beni son atomuma kadar yok etmek isteyen şeylere direnmeliydim. Hissettiğim tüm o duygulara direnmeliydim: İçimde tutsaktım, üzgündüm, pişmandım, kırgındım.

Pismandım.
Yaptığım her şeye, verdiğim her karara pişmandım. Beni bugüne götüren söylediğim her şeye, güldüğüm her bir kelimeye, üzüldüğüm her bir harfe pişmandım. Plan yapmadan gittiğim her ateş dolu yola, o yolda attığım her adınlarıma, attığım her adımda geçirdiğim her saniyeye pişmandım.

Ve kırgındım.
Kendime kırgındım. Beni yanıltan eşyalara kırgındım. İnsanlara kırgındım. Aylarımı geçirdiğim bu yatakhaneye, yıllarımı geçirdiğim bu şatoya, bu camın arkasından gözlediğim her bir cana kırgındım; beni bilip de tanıdıklarını sandikları için, düşüncelerimi anlamanın beni sadece izleyip yorumlamakla alakalı olmadığını anlamadıkları için... En çok da Tanrı'ya kırgındım. Beni kendimden çok bilse de herkesten çok tanısada, beni uyarmadığı, durdurmadığı için kırgındım.

Artık tanıyamıyordum.
Kendimi tanıyamıyordum, ne hissettiğimi anlayamıyordum. Ne düşündüğümü anlayamıyordum. Ne yaptığımı kestiremiyor, ne için uğraştığımı algılayamıyordum. Üzgün müydüm, yoksa çok üzgün müydüm, anlayamıyordum. Artık ağlayamıyordum bile. Ağlamalı mıydım?

Evet, ağlayamıyordum.
Hayır, gözlerim kurumamıştı. Hayır hiçbir şey geçmemişti. Ağlayamıyordum sadece.

"Ağlamak, uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son gücün feryadıdır" demişti sevdiğim bir yazar. Ne güzel demişti. Ne güzel aktarmıştı kaleminden kağıtlara gerçeği. Ne güzel anlamıştı beni yıllar öncesinden.

Ağlayamıyordum çünkü ağlamaya harcayacak enerjim ve gücüm yoktu, bitmişti, tükenmişti.

"Ağlamadığımız zamanlar, o gücün yok olduğu zamanlardır ki onun yerini alan sessiz bir acı, en şiddetli ve kederli gözyaşlarından daha gönül yakıcıdır" demişti yine aynı yazar. Nice acılar çekmiş olmalıydı, nice insanlar sevmiş olmalıydı ki bir çöp parçası gibi buruşturulup atılmıştı. Ben de o çöplukte, o yazarla yan yana duran, hüzünden kahverengileşmiş kağıt parçasıydım. Ben de o dünya çöplüğünde yazar ile aynı yerdeydim. Ben de bir acı parçacığıydım. Geri dönüşüm araçlarının gelip beni almasını bekleyen, beni tekrardan masmavi bir kitabın bembeyaz sayfasına dönüştürmesini bekleyen bir acı parçacığıydım.

Karanlık <Tom Marvolo Riddle> Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin