Seul 20:17
Renée Harbin•
"Seni akşam 8'de alacağını söylememiş miydi?"
Yattığım koltukta bir milim oynamadan, gözlerimi bile açmadan mekanik bir şekilde kafamı salladım bana soru soran anneme.
O da salonda bir oraya bir buraya gitti, yine ortalığı toparlıyordu. Bense o kadar yorgundum ki, bütün gün koşmuş gibi hissediyordum ama akşam Mina'nın arkadaşının doğum günü olduğu için Hyunjin beni almaya gelecekti ve birlikte oraya gidecektik.
Aslında onu iki kez reddetmiştim. Hatta birinde rüşvet bile teklif etmiştim ama kanmamıştı. Bu yüzden sürükleyecekti beni de peşinden dışarı.
Cidden harika bir ilişkimiz vardı.
Kapı çalınca önce annemin ayak seslerinin parkede bıraktığı tıkırtıları duydum, kapıya neredeyse koşmuştu. Ben de ardından gözlerimi açıp doğrularak oturur hale gelmiştim. Üzerimde koyu mor bir tişört, altımda da beyaz kot şortum vardı. Saçlarım açıktı ve bana ağırlık yapıyor gibi gelmeye başlamıştı yine.
"Renee!"
Annem bana seslenince yerimden kalkıp ağır adımlarla salondan çıktım ve koridoru arşınlayarak kapıya ilerledim. Annem kapıyı iyice aralayıp, yüzündeki kocaman gülümsemeyle bir bana bir de Hyunjin'e baktı. Onu gerçekten seviyordu.
"Iyi geceler, efendim." Anneme bu şekilde seslenmesi, annemin gururunu okşuyordu. Karşısında fazla saygılı bir çocuk olduğunu sanıyordu ve beni de ona emanet ettiği için rahat oluyordu. Nereden bilebilirdi o çocuk birkaç saate küfür gibi içecekti?
Ayaklarıma siyah spor ayakkabılarımı geçirip telefonumu cebime attım ve eşikten geçip Hyunjin'in yanına gittim. Saçları biraz daha uzamıştı ve üzerinde büyük beden sarı bir tişört, altında da siyah kot vardı.
Annem bize veda edip arkamızdan kapıyı kapattıktan sonra, "Hadi gidelim." Diye mırıldandı Hyunjin dudaklarını birbirine bastırarak.
"Bu gece için cehennemde yanacaksın, ve bunu biliyorsun değil mi?"
Gözlerini kısıp düşünür gibi yaptı. "Evet... Tanıdık geliyor. Hadi gidelim."
"Beni yoruyorsun."
"Sen hep yorgunsun. Sabahları aramasam uyanmıyorsun. Söylenme de yürü hadi."
Sonra beni kolunun altına çektikten sonra birlikte merdivenleri indik. Tabii kocaman kolu bana daha da ağırlık yaptığı için ondan kurtulup önden ilerledim ve siyah spor arabanın yolcu koltuğuna yerleştim. Torpido gözünde hep kahveli şekerler olurdu ve bu da uykumu kaçırdığı için sık sık onları aşırırdım. Bu gece buna hakkım olduğu için iki tanesini çıkarıp ağzıma attım ve çöplerini de buruşturarak oraya geri koydum.
Hyunjin arabayı çalıştırıp sokakta ilerlemeye başlamadan önce homurdandı. "Çok uslu bir çocuksun gerçekten."
"Uslu değilim. Çocuk olabilirim."
Güldü. Kafamı çevirip ona bakamayacak kadar yorgun hissettiğimden geriye yaslanıp ölü gibi camdan dışarıyı izledim. Hava kararmıştı çoktan, sıcaktı hala. Temmuz, cehennem gibiydi. Ağustos'a mı girmiştik yoksa? Hiçbir şeyi takip edemiyordum ki.
"Renee..."
"Hmm?"
"Iyi misin?" Diye sordu dalgınca.
"Iyi olmadığımı, gelmek istemediğimi söylerken sana belli ettiğimi sanıyordum. Bak, tüh. Olmamış."
Kıkırdadı. Ben de gözlerimi kapatıp biraz daha kestirdim. "Oyunlar keyfini yerine getirir merak etme. Itiraf oyunu oynayacakmışız. Geçen gün insanlar birbirine nefret kustu. Herkesin içi rahatladı resmen."
"Yaa. Çok rahadık."
Sonra bir şey dese bile duymadım. O da annem gibiydi. Herkes anneme benzemeye başlamıştı. Herkes iyi olduğumu soruyordu ama iyi olup olmadığımı umursamıyordu. Sadece kendilerinin rahat olması önemliydi. Kafaları karışmamalıydı. Ben bir sorun olmamalıydım. Benim bir sorunum olmamalıydı. Bir kalbim ve aklım yokmuş gibi. Içimdeki dünyada neler döndüğünden haberleri bile yoktu ki. Ne savaşlar veriliyordu ve hepsinin sonunda da ellerimde cesedimi buluyordum.
Içimdeki dünyada bile onlar kazanıyordu. Bana yer yoktu.
Araba iki katlı bir evin bahçesine otomat kapıdan girip, diğer arabaların yanına park ettiğinde gözlerimi açmıştım. Hyunjin kendi tarafındaki kapıdan çıkınca da ben de artık dışarıdaydım. Hava felaket sıcaktı akşam olmasına rağmen. Evin dışına taşan gürültü de içerisinin ne kadar beter olduğunu kanıtlıyordu. Her zamanki gibi.
Birlikte içeri girerken kalabalığın gruplar halini almış olduğunu fark ettim. Çoğu tanıdık yüzlerdi ama hiçbiriyle de konuşmamıştım. Bu bir sorun değildi mesela. Ne kadar insan o kadar sorundu ne de olsa.
"Mina şurada."
Arkada devam eden Rock müziğe karışan sesini ayırt etmek zor olmadı Hyunjin'in. Dediği yere giderken Mina'yı görebilmiştim. Saçlarını arkadan toplamıştı ve yuvarlak yüzü gözler önündeydi. Saçına kırmızı bir kurdele takmıştı ve üzerinde de siyah bir elbise vardı. Düğüne falan mı gelmişti yoksa bunu bir tek ben mi düşünüyordum?
"Doğum günü çocuğu nerede?"
"Her an gelebilir." Diye gülerek yanıtladı Mina Hyunjin'e doğru yaklaşarak. Onların yakın arkadaş olduğunu biliyordum. Kısaca sarıldıktan sonra bana bakıp gülümsedi. Gamzeleri belirgindi.
"Hey, nasılsın Renee?"
Omuz silktim. "Bok gibi, sen?" Dudaklarıma yapmacık bir gülümseme yerleştirdim.
Bunu beklemiyormuş gibi kaşlarını çatarak duraksadı, dudaklarındaki rahatsız gülümseyle. Hyunjin ufak bir kahkaha patlatıp, "Dalga geçme havasında işte." Diye açıklık getirdi sözlerime. Öyle bir havada falan değildim ki. Sadece dürüst olmamı istememişti o da diğerleri gibi.
Mina'nın dikkati dağıldığında gözleri arkamda her kim varsa ona kitlendi. Biri geliyor olmalıydı. Hyunjin de onu fark edince birkaç adım atıp ona gitti.
Sonunda omzumun üzerinden dönüp bakınca tanıdık simayı gördüm. Ya da daha önce görmemiştim. Ama görmüş gibi hissediyordum, sadece deja-vu gibi bir şey de olabilirdi enin değildim. Ki muhtemelen görmüştüm çünkü ortak arkadaşlarımız olmalıydı.
Dağınık siyah saçlı, beyaz tenli bir çocuktu. Üzerinde siyah bir tişört ve aynı renkte kot vardı. Hyunjin'le konuşurken kıkırdayarak gülüyordu. Dişlerini gösteriyordu. Onlar da bembeyazdı ve düzgündü. Adı sanki dilimin ucundaydı.
"Renee, bu Mark. Doğum günü çocuğu işte." Diye tanıttı bana onu, kıkırdamaya devam ederken.
Kafamı sallayıp çocuğa döndüm. Birkaç saniyeliğine bana bakıp ince kaşlarını kaldırıp indirdi ve kafasını salladı. "Evet." Sonra hemen Hyunjin'e döndü ve aralarındaki konuşmaya devam ettiler.
Parti sıkıcı olacağa benziyordu.