Prinkopos, Eylül 1919
Ağaçların, kulaklarında çınlayan sesi son bulduğunda atından inip önündeki manzarayı izlemeye başladı. Konstantinopolis uzaklardaydı. Gözünün önünde ama çok uzaklardaydı. İstila edilip başka bir devletin eline geçtiğinden beri oradaydı ama asla orada, kendisi gibi değildi. Eğilmiş, bükülmüş ve başkalaşmıştı. Ancak yine ve hala ülkelere bedel, cennet değerindeydi. Giden şehri ve yıkılan devleti bir daha geri dönmeyecekti. Kaybettiklerinin üstünden yüzyıllar geçmişti ve şimdi giden ailesi de bir daha asla hayatta olmayacaktı. Son bir umutla yolculuğa çıkan ailesi bir daha asla geri dönmeyecekti. Orada, o şehirde bir daha gelecek olması mümkün değildi. Hem o hem ailesi yeniden kaybetmişti ve küçük bir adaya hapsedilen halkı için bir umut, bir gelecek bulabilmesi mümkün olmayacaktı. Son umutları yok olmuş, boğazın sularının derinliklerine gömülüp gitmişti. Kurtuluşu, ne kendi devletinin ne de Osmanlı'nın kurtuluşunu sağlayabilecek bir umut damlası gözükmüyordu. İngilizler ve Rusların bir faydası olmayacağı gibi Osmanlının işbirliği içinde olduğu Almanların da bir yararının olması ihtimal dâhilinde değildi. Yardımı dokunacağı düşünülen Rusların ve Almanların önce kendilerini düştükleri bataktan kurtarmaları gerekiyordu.
Ellerinin yerde kurumaya yüz tutmuş otları çekiştirdiğini neden sonra fark etti. Ağlamak istiyordu. Bir küçük çocuk gibi yeri teperek canını yakarak ağlamak ve ağlamak istiyordu. Bu gözlerden uzak yerde, ağaçların arasında sonsuza dek ağlamak istiyordu. Kaybetmek canının bu kadar yakmamalıydı ama canı çok yanıyordu. Yüzyıllardır devam eden yenilginin bir başka günüydü. Ancak canı, tahammül edemeyeceği kadar çok yanıyordu. Her şeyi, her şeyini kaybetmeye alışmış olmalıydı. Toprağında yabancı olmaya, mahkûm olmaya, toprağı ve insanları üstünde karar verememeye alışmıştı ama ailesini kaybetmeye nasıl alışabileceğini bilmiyordu. Ki o buna alışmak istemiyordu. Ailesini geri alabilmek istiyordu. Yeniden onlarla beraber olmayı hayal ediyordu. Fakat bu isteğini artık Tanrı'nın bile yapamayacağını biliyordu. İmkânsız bir hayalin peşinde koşmak için çok büyüktü. Tüm ailesi Boğaz'ın sularına gömülmüş ve geri getirilemeyecekken bu acı nefesini kesiyor, sadece imkânsız düşler kuran küçük bir çocuk olabilmeyi umut ediyordu.
Yüzlerce yıldır iki kıtanın arasında tüm ihtişamıyla duran Boğaz'a bakmanın canını bu denli yakacağını bugüne kadar tahmin etmesi mümkün değildi. Ama işte, geldiği son noktada olan bundan başka bir şey değildi. Boğazı görmek midesini bulandırıyor ve canını yakıyordu. Babasını, canından daha çok sevdiği annesini, ağabeyini ve küçük bir kuşu andıran kız kardeşini şimdi karşısında grilere bürünerek yas tutan Boğaz'ın sularına sonsuza kadar kurban vermişti. Dönüşü olmayan, geri alınamayacak bu kurbanlar ne olacağından habersizce bir umut için adadan ayrılırken geri döneceklerini düşünmüşlerdi. Gizli plan hakkında konuşacak ve sonra geri, yüzyıllardır evleri olan bu adaya geleceklerdi. Fakat kader onların dönüşünü sonsuza kadar engellemiş, onları suların içinde olan bir geleceğe hapsetmişti. Beklenmeyen, öngörülemeyen bir fırtına tüm sevdiklerini almış ve Andronikos'u bu adaya acı çekmesi, acıyla, ailesinin güzel anılarının vereceği azapla yaşaması için Boğaz'ın ortasında yalnız bir hayata mahkûm etmişti.
Ailesinin kaybından başka bir şey göremeyen Andronikos kör olmuştu. Onun acısını ancak kör olmak tarif edebilirdi. Ailesini ve geleceğini kaybeden biri için kör olmaktan daha net bir açıklama olamazdı ve olmayacaktı. Tutunacağı dalları ellerinden teker teker alınan biri nasıl uçurumun eşiğine gelirse Andronikos da aynı şekilde uçurumun kenarına gelmişti. Fakat onun durumu daha kötüydü. Esir olarak yaşadığı bir adada tutunduğu dalları olan ailesi tek seferde elinden alınmış ve Boğaz'ın sularına atılmıştı. Umutları ve güzel günleri annesinin gözleri gibi mavi olan sularda boğulmuştu. Tüm ailesi ile beraber o da boğulmuş ve ölmüştü. Ancak bedeni işkenceler içinde bu adada kalmış ve gözleri ailesinin yokluğundan başka bir şey göremeyecek şekilde kör olmuştu. Acılarının gerçekliğinin bilincinde olmasına rağmen hala sadece ailesinin yanında olmasını istiyordu. Tüm gerçekliği yıkıp ailesini sulardan çekip geri almak istiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORİENT PALAS
Historical FictionBaşka bir ihtimalin hikayesi... İstanbul'un Fethi esnasında Bizans İmparatoru ölmeseydi ve Fatih Sultan Mehmet onu ve tüm ailesini Prinkopo'ya hapsetseydi ne olurdu?