Kolumun altına sıkıştırdığım kitap ve elimdeki kahve fincanıyla yürürken, attığım adımlara dikkat etmeye çalışıyordum. Enerji değişimi için terliklerimi içeride bırakmış, çimlerin üstüne yalın ayak basıyordum. Bora'nın pilates saati geldiği için ben de kitap okuma kararı alarak bahçeye gelmiştim.
Aslında kahvemin yanına birkaç tane de kurabiye kaçırmayı düşünmüştüm ama pilates topu üzerinde dengede durmaya çalışan Ahn Bora'nın bakışları, ömrüm boyunca bir daha kurabiye yemememi sağlayacak kadar korkunçtu.
Gölgede bir yere geçip, yavaşça çimlerin üstüne oturdum. Aslında Jeju'da görmek ve gezmek istediğim çok fazla yer vardı, ama birkaç gündir tek yaptığım şey pineklemekti. Akşam yatmadan önce dakikalarca ertesi gün için plan kuruyordum.
Am ertesi gün olduğunda yataktan bile kalkamıyordum.
Kendi kendime homurdanırken kahvemden bir yudum aldım. Eylül ayında olduğumuz için hava serinlemeye başlamıştı, bu yüzden de sıcak kahvenin tadını rahatça çıkarabiliyordum. Cam ve büyük pencerelerin arkasında kalmış Bora'yı incelerken, bir tarafım ona gerçekten çok özeniyordu. Sağlığına, giyimine, ilişkilerine, işine, kısacası sahip olduğu her şeye çok özen gösteriyordu. Gerçekten onun yaşam tarzına imrensem de, bu tarz bir sürati kaldırabileceğimi düşünmüyordum. Bu Andong'lu oluşumdan kaynaklanıyordu belki de, rahata ve durağanlığa alışkındım. Koşuşturmak, hep belirli sınırlar içerisinde yürümek bana ağır geliyordu. Zihnimde Bora'nın sözleri yankılanırken, pozisyonumdan dolayı sağ tarafımda kalmış o eve çevirdim bakışlarımı. Anında tüylerim diken diken olmuştu. Hatırldıkça utancımdan şuracıkta mezarımı kazmak ve kendimi oraya gömmek istiyordum.
Kırk yıl düşünsem bile, kendimi bu kadar rezil edebileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Hep çok dalgın ve düşüncesiz davrandığım için başıma tuhaf şeyler geliyordu ama, bu kadarını gerçekten kendimden beklemiyordum.
Kendi kendime gülerken, kucağımdaki kitabı çimlerin üzerine bırakıp, bağdaş kurduğum bacaklarımı uzattım. Ellerimi geriye atarak dengede kaldığımda, kafamı hafifçe kaldırıp gökyüzüne baktım. Annem benden Andong'a dönüp ona yardım etmemi, babam da Seul'de kalıp bir işte çalışmamı beklerken ben tanımadığım ünlü insanların havuzuna düşüyordum.
Ah Kang Yeona ah...
"Hey." Sağımdan gelen yabancı ses, dalgınlığımı bir anda yok edip sıçramama neden olduğunda kafamı o yöne çevirdim. Yabancı sesin çıktığı, o tanıdık sima bakışlarımla çakıştığında telaşla ayağa kalkmaya çalıştım ve bu kahve fincanına çarparak, kahveyi hem çimlere hem kitabın üstüne dökmeme neden oldu.
"Lanet olsun." Panikle fincanı düzeltip, köşesi tamamen ıslanmış kitabı havada sallamaya başladım. Üzerimde hissettiğim bakışlarla, tedirgince kendi bakışlarımı aklımdan çıkaramadığım ama şimdi de bakmaya korktuğum o gözlere çevirdim. Dudakları hafifçe kıvrılmıştı ama bunu engellemeye çalışıyor gibi bir ifade vardı yüzünde. Göz göze geldiğimizde hemen kendini toparlamaya çalıştı ve kafasını hafifçe eğerek selam verdi, ben de telaşla kitabı yere atıp onu taklit ettim.
"Hey." Bakışları bir saniyeliğine yere attığım kitaba dönse de, yeniden yüzüme baktı.
"Gelebilir miyim?"
"Tabii." Sesim titrediğinde gergince alt dudağımı dişledim. Onaylamamla beraber birkaç adım atıp, bana daha çok yaklaştı. Ama aramızda hâlâ bir iki metrelik bir mesafe vardı.
"Pasta için teşekkür ederim- ederiz. Buna gerek yoktu." Gergin ve utangaç bir tavırla konuştuğunda nefes almaya çalıştım. Sert gözüken yüzünün aksine, ses tonu daha yumuşak ve samimiydi. Sakin kalmak adına kendimi sıkarken, tebessüm etmeye çalıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AURORA ▪︎ park seonghwa
Fanfiction"En parlak karanlığın olacağım, koru beni Aurora'm." ~Tüm hakları bir ayçiçeğinde saklıdır.