3- Gülbahar ve Metin

323 53 77
                                    

On dokuz yıl önce, Gülbahar, üzerinde çiçekli entarisi, başında oyalı yazması,  domates, kavun, karpuz tarlalarında gündelikçi işçi olarak çalışıyordu.  Altı çocuklu bir ailenin en büyük kızıydı.  Yöredeki maden ocağı SAD-AY sayesinde bütün gün güneş altında çapa sallamaktan, kavrulmaktan kurtuldu. Nasıl mı?  Şirketin iki ortağı  vardı:  Sadullah Emin ve Ayhan Haznedaroğlu.  Ortaklardan Ayhan'ın eşi, çiftlik evlerine eli yüzü düzgün,  yemek yapması bilen bir genç kız aramış ama kimseyi beğenmemişti.  Kimi pasaklı, kimi hırsızdı, Gülbahar'ı ise gözü tuttu. Kaplan gibi koyu yeşil gözlü  kız, genç yaşına rağmen kalem gibi ince sarmalar sarıyor, annesinden öğrendiği gibi kat kat baklava açıyordu, yerde 24 ayar burma bilezik bulsa almayacak kadar da dürüsttü. 

Ayhan beyin o zaman Gülbahar'la aynı yaştaki oğlu Metin,  çiftlik evinde sık sık karşısına çıkan yeşil gözlere kayıtsız kalamadı. Yüzünde boya olmayan kızın,  ful makyajlı şehirli kızlardan daha güzel olduğu su götürmezdi. Gülbahar da toydu. İlk kez bir erkeğin hayran dolu bakışlarını üzerinde hissediyor, yanakları kızarıyor ama hoşuna da gidiyordu. Metin' in su içmek, sandviç yapmak gibi bahanelerle mutfağa girdiği zamanlar her gün biraz daha sıklaştı. 

Bir yılın sonunda ikisi de gizli gizli göl kıyısındaki, Çifte Söğütler altında buluşmaya başladılar. Dalları suya uzanan  iki söğüt ağacının gölgesinde oturup konuşuyor,  toz pembe hayaller kuruyorlardı. Metin, tüm genç aşıklar gibi söğüt ağacının gövdesine çakıyla bir kalp ve G - M harfleri de kazıdı. Delikanlı 

"Anneme, babama söyleyeceğim yeşil gözlüm. Seni isteteceğim."

diyordu.  Eski Yeşilçam filmlerindeki gibi "Zengin oğlan, yoksul kız" demedi ve dediğini yaptı. Tabii çiftlik evinde kıyamet koptu. Annesi feryat figan etti:

"Ne?  Hizmetçiye mi aşık oldun? Ayhan! Ne diyor bu çocuk? Bizi rezil mi edeceksin? Çikolatamızı, çiçeğimizi alıp hizmetçimizi istemeye mi gideceğiz? Ner'de görülmüş? Herkesi bize güldürecek misin? Haznedaroğulları'nın oğlu mutfakta çalışan hizmetçiye aşık olmuş mu desinler? "

"Annen haklı oğlum. Aklını mı kaybettin? Hem daha üniversiteye gideceksin. Ben yaşlanınca şirketin başına geçeceksin. Ne evlenmesi? Yeşilçam filmi mi çeviriyoruz burada?"

Çocuk aşıktı aşık olmasına ama aşkına sahip çıkıp; annesine, babasına karşı çıkacak, onları karşısına alacak güçte değildi. Annesinin, babasının her sözü kafasına balyoz gibi iniyordu. Daha üniversiteye başlamamıştı. Ekonomik olarak bağımsızlığı da yoktu ki, Gülbahar'ı çekip kolundan kaçırsın. Ev tutsun. Nitekim, babası hemen çocuğu Londra'ya göndermeye karar verdi. Aslında Amerika'ya yollayacaktı ama anası "Amerika mı? Amerika çok uzak! Kıyamam! İngiltere daha yakın. Atlar uçağa gider görürüz, kontrol ederiz." demişti. Pasaport işlemlerine başladılar. Orada kızı unutur diyorlardı. Akrabalar filan da "Tamam canım, anlıyorum sevmişsin ama davul bile dengi dengine vurur" diyordu, tek kişi bile ona destek olmayınca, çocuk baklayı ağzından çıkartmak zorunda kaldı. Gülbahar, utana sıkıla bir şey itiraf etmişti: Hamileydi. Annesi şoke oldu:

"Ne! Allah'ım! Bir bu eksikti! Kalbime inecek!"

İlk şoku atlattıktan sonra kadın,

"Aman kimseler duymasın! Yerin kulağı vardır. Kızı keser o at hırsızı tipli babası."

diyerek bir çözüm arayışına girişti. Kötü, vicdansız bir kadın değildi. Gülbahar'ı da seviyordu. O yörede evlenmeden hamile kalan kızların adı kötüye çıkar, bir daha kimseler almaz, ya beş parasız köyü terkedip gider ve kötü yola düşer ya da ailesi çeker vurur, namuslarını temizlerdi. Ya da kız kendini göle atar, ailesinden kimsenin katil olmasına sebep olmazdı. Kara kara nasıl bir çare bulacaklarını düşünürken, Gülbahar kararını vermişti. Anasının, babasının yüzünü öne eğdirmeyecekti. Yarın, öbür gün karnı şişince herkesin diline düşecekti.  Bu işi kendi başına temizleyecekti. Akşam annesi, babası uyurken sessizce kapıyı açtı. Doğruca Acıgöl' e gitti.

Ayaklarının altında gıcırdayan tahta iskeleye çıktı. On metre uzunluktaki iskelenin en ucuna gitti. Kıyıya yakın atlarsa diz boyu olduğu için boğulmazdı.

Çevresindeki sarı hale, üzerinde siyah gölgelerle kocaman  Ay sanki onu gözetliyordu. Ağaçlar simsiyahtı, Ay ışığı parlak, beyaz pırıltılarla suya vuruyordu. Birazdan Ay ve göl, onu ve bebeğini alacaktı. Koyu gölgeler, kıpraşan su, dipte görünmez yaratıklar varmış gibiydi. Sağ ayağını uzattı. Kendini boşluğa bırakırken, bir çift güçlü ve nasırlı el, kızı belinden sımsıkı yakaladı. 

"Hooop! Yok öyle!"

3. BÖLÜMÜN SONU


YEŞİMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin