Fırtına öncesi sessizlik, tam anlamıyla, buna denirdi.
Yaşamayan birkaç soğuk bedenin arasından sızan güneş ışıkları içinde, odaya hakim olan toz bulutu genç adamın bir hışımla arkasına dönmesiyle beraber bozulduğunda, içerideki ölümsüz zerreleri mesajı alır almaz ayaklandı. Ama, geç kalındı. Aslanın pençesine düşmüş bir ceylan misali, korkudan titreyen üç ufak genç SeHun'un, insana resmen ayaklı cehennemi yaşatan kızıl gözlerine bakmak için yeterince cesaretli olmadıklarını fark ettiklerinde, karşılarındaki adamın gazabından birbirlerini korumak adına dip dibe girdiler.
"Yok olun!" diye haykırdı Prens, hoyratça. Sesi ile titredi duvarlar, çöküp kaldı yerlerine korkuyla, perdeler. Güneşin sarı sıcak rengi aniden soluverdi, ufak bir esinti tüyleri diken etmek istercesine geldi geçti. Aniden, göğün yerle birleştiği yere hakim olan karanlık döndü dolaştı buldu onları, fırtınayı önceden belli eden kara bulutlar misali. Artık, ölüm ile değil; canlarını alacak olan bu efendilerinden korkuyorlardı. Bir anlığına, efendileri hakkında söylenen o korkutucu hikayelerin asılsız olmadığını anladılar. Hiç düşünmeden, karşısındaki kurbanının göğüs kafesini, kemikli iri parmakları ile kırıp attığı gerçeğini benimsediler. Bu yüzleşme ile, yüzleri -sanki daha fazla olabilecekmiş gibi- beyazın en uçuk tonuna büründü. SeHun'un önünde diz çöken herkes, haklıydı; ölüm, bu adamın yanında, hiç düşünülmeden seçilecek bir fırsat olarak kalıyordu. Sonuçta, ikisinden de kaçış yoktu.
"Beceriksizler! Defolun gözümün önünden! Sakın, sakın karşıma çıkmayın!"
Bilinmezliğin pençesine yakalanmış olan Prens, yumruk yaptığı elleri ile dimdik bir şekilde ayakta dikilir iken bedenine hakim olan sinirle beraber dayanamayarak onlara, onların anladığı şekilden bağırdığında, önünde dikilen çocuklardan tekinin acımasızca geriye savrulduğunu gördü. Onlara dokunup da ellerini kirletmenin bir anlamı olmadığını bilen SeHun bu durumla beraber durulmak yerine daha da alevlendiğinde, yeniden bağırmamak adına dişlerini birbirlerine bastırdı. Duyuldu; dişlerinin gıcırtısı, yürekleri korkuyla ezip geçti. Telaştan paramparça olmuş düşünceler ile yalnızca odadan çıkmaya odaklanan bu üçüncü sınıf Ancillaeler yere düşen arkadaşlarını kollarından yakalayarak yaka paça dışarıya doğru çekiştirdiklerinde, arkalarına bakmadan koca kolidoru ürkek fakat seri adımlar ile aştılar. Çünkü biliyorlardı; eğer içeride kalmayı tercih etmiş olsalardı, biricik Prens'lerine baş kaldırmak suçundan idam edilirlerdi. Özellikle de bu kadar gergin bir anda ölmek ise, hiçbir ölümsüze yakışmazdı.. hem de hiç. Savaşmadan verilen her can, çöpten farksızdı. Öldükten sonra bedenlerinin kurda kuşa yem olmalarını, ailelerine hakaret olacak sayacak olmaları yüzünden boyun eğmekten başka çareleri kalmamıştı.
Can havliyle evden çıkıp gitmelerinin ardından aralık bırakılmış olan kapısının kendi uşağı tarafından kapatılmasıyla beraber SeHun çöküp kaldığı yerden, kendisine olan sadakatine kıyasla kendisinden, resmen bir tavuk misali, kaçan yeni yetmelerin arkasından bakakaldığında, sinirden titreyen parmaklarını dudaklarının üzerinde gezdirdi usulca. Susamıştı; savaşa, planlara, tere, açlığa, korkuya, telaşa resmen büyük bir özlem beslediğini hissetmişti, ta derinlerinde. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? SeHun, ellerinin kollarının bağlanmasına nasıl izin verebilmişti?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
⚜ AUGUR - [osh+lhn]
Fanfiction"Her şey, kaderin korkunç bir sona doğru sürüklediği acımasız bir trajedinin parçasıydı." { 𐰽 } "Nasıl yani? Sen şimdi.. kendini tehlikeye mi attın?" "Yalnızca kendimi değil, tüm halkımı da öyle...