Merhabalar, merhabalar. Bölümü atıp kaçmam gerekli çünkü şu sıralar uyuyacak dahi zamanım yok. Yine de, bölüme çeki düzen vererek ara verdim; tamı tamına üç saat sürdü. Olsun, bir şekilde kapatırım açığı. Bilimin yanında sanat da olmasın mı yani? :) Bu şarkıya aşık birisi olarak güzelim şarkının, benim için özel olan bu bölüme ait olmasını istedim. Şarkı sözlerinin anlamına bakabilirsiniz; eklemek isterdim lakin dediğim gibi, bunun için yeterli sürem yok. Şarkının aynı zamanda 'Fire.' adında İngilizce versiyonu da var. Ona da bakabilirsiniz. Neyse efendim, ben yine dırdır yapmaya başlamışım... Yazım hatası var ise affola. İkide bir gelip giderim ben bu bölüme çünkü bazı yerler pek içime sinmedi; bunu siz de fark edeceksiniz zaten. Bu durum konusunda affınıza sığınmakla beraber, keyifli okumalar dilerim. Düşüncelerinizi belirtmeyi unutmayın, hayal gücümün durduğu şu sıralarda bana ışık olmanız beni mutlu eder. Diğer hikayelerimde geçen ögeleri burada kullanıyor olmamla beraber, hepimizden bir parça bulundurmasını istiyorum yalnızca. Umarım başarabilirim, bunu.
Şarkıyı açtığınıza göre, şöyle buyrunuz;
Hiç uykularınız kaçtı mı; geceleri yatağınızın altında, kapınızın öteki tarafında, perdenizin ardında sizin en savunmasız anınızı bekleyen birileri yüzünden?
Hepimiz küçükken yaşamışızdır bu tür korkuları. Üstesinden geldi kimimiz, kimileri de karabasan çehresine bürünüp sözcükleri ile hayallerini solduran çevresindeki insanları fark edemeden hala olmayan şeyler adına korku besledi. En büyük korkularını, ayaklarına çağırdılar. Korkularını kendilerine getiren şey, iblis kılığına bürünmüş silüetler oldu. Peki ya görmediğimiz varlıklar? Onların gerçek olduğu, korkularımız ile iç içe olduğumuz, bilinmezliğin korkutucu olduğu gerçeğine nereden varıyoruz? Cevabı düşünmeye gerek yok; aynayı içimize doğru çevirdiğimizde, cevap ile kolaylıkla burun buruna geliyoruz oysa ki. Söylememe izin verin yine de: Çünkü onlara inanıyoruz; hepimiz onları çok küçükken gördük, konuştuk, oyunlar oynadık. Biz, sırlar ile, onlar ile iç içe büyüdük ve insan kılığına girdikleri için şuanda bir zamanlar arkadaşımız olan o varlıkları göremiyoruz. Daha doğrusu, görmek istemiyorduk. Biz, onları istediğimiz şekilde tanımış ve o halleri ile benimsemiştik.
Ah insanoğlu, bilinmezlik korkun olmamalıydı. Belki o zaman, ölüme bir çare bulabilirdin.
Bu inanıştı; ardı hiç kesilmeyecek. İnandığımız şeylerin gerçekliği ise, kitapların kapakları arasında sıkışıp kaldı. Her şey, saklandı bir köşeye. Açıkta kaldık; bu, savunmasızlığımızı gözler önüne serdi. Kaçacak delik bulamayan, yem oldu. Geride kalanlar ile, devam ettik.
Bugüne dek, geldiler. Bugüne dek, geldik. Bugüne dek, geldim.
Ben.. ben onlara inanmıyordum. Ben, onlara inanmıyordum, yaşadığım bir olayın ardından. Çünkü onların gerçek olduğunu kendi gözlerim ile görmüştüm. Ben onlar ile konuşmuş, göz göze gelmiş, zaman geçirmiştim. Gerçek olduğunu bildiğimiz bir şeye inanç besleyemeyeceğim için, onları görmezden gelmenin daha iyi olacağı hayaline kapıldım; bu konuya sağır kaldım. Çünkü, korkularım ile yeniden yüzleşmenin benden bir şeyler alıp götüreceğini düşündüm. Yeniden uyuyamayacağım, insan içine çıkamayacağım, aynalara bakamıyor olmam yüzünden simamı unutacağım izlenimine kapıldım; yalnızca küçücük bir çocuk iken.
Görünen o ki, küçüklüğümdeki gibi davranmak korkuma merhem oluyordu, hala.
Küçüklüğüme ait en net fakat hiçbir şekilde anlatamadığım bir anım vardı benim de, herkes gibi çünkü beni anlamayacaklardı, biliyordum; bu lanet olasıca düşünceden kurtulamıyor olmam ise gözler önünde olan bir gerçekti. Bella'nın, bazı konular konuşulur iken gerildiğimi hissetmesi ise bunun en büyük kanıtı idi. Kat kat küçüktüm ondan, o olay yaşandığında; dördüncü yaşım nihayet bitmiş, beş yaşına girmiştim o gün. Neredeyse tüm aile doğum günüm adına işini gücünü bırakıp büyükannemin çiftliğinde toplanmıştı, nedeni ise basitti; orada sayamayacağım kadar çeşit çeşit kelebekler vardı ben onları yakalayarak incelemeyi, onlar ile vakit geçirmeyi seviyordum. Doğum günü kutlamak adına, güzel bir yer seçimi olmuştu benim için; ta ki o güne dek. Sabah, güzel bir kahvaltının ardından annem ve ablam ile ata binmek üzere babamın yardımı ile kendi başıma bir at üzerinde durabilmiş, onlar ile güzel bir gezintiye çıkmıştık. Gezinti dediğime bakmayın, çiftliğin biraz uzağında suyu neredeyse berrak olan küçük bir göl vardı ve ben en çok onun etrafında kelebek yakalayabildiğim için bizimkiler orada ara verirlerdi yolumuza. Gerçi, itiraf etmek gerekirse, onlar da, suyun içindeki her canlıyı neredeyse görebildiğiniz gölün kenarında dinlenmeyi severdi. Çiftlik, pek bilinmiyor olması yüzünden herhangi bir isme de sahip olamadığını bildiğim o göle çok yakındı fakat oraya gidebilmek adına 'Küçük Orman.' olarak adlandırdığımız yerden geçmemiz gerekirdi. Çiftliğin, doğal olarak, her tarafı orman ile kaplı olmasına rağmen neden böyle bir isim taktığımızı bilmiyorum fakat eğer anılarıma daha detaylı olarak odaklanır isem, size verebileceğim bir cevap çıkıyor ortaya; büyük ihtimalle ben öylesine uydurdum ve bizimkiler de üzülmemem adına kabul ettiler. Her zamanki gibi, Küçük Orman'dan geçerek göle vardığımızda, orada, ben kelebeklerin arkasından koşmuştum; ablam ise benim peşinden koşmuş, annem ve babam da atların başında kalarak kendi aralarında konuşmuşlardı. Hep beraber, gürültüden ve her türlü pislikten uzakta, güzel bir vakit geçirmemizin ardından eve dönme zamanı geldiğinde ise, aynı hızda varmıştık çiftliğe; ben sürekli bir şeylere dalıp dururken ailem beni sabırla beklemişti. Bu uzun yolculuğun ardından çamura bulanmış bir halde eve adımımızı attığımızda, en küçük halam beni hiçbir şekilde kucağından bırakmamıştı. Hatta, beni kendi elleri ile aklayıp paklamış, üzerime kendi zevkine göre aldığı giysileri geçirmişti. Buz mavisi bir şort, bedenime biraz büyük gelen lila rengi bir tişört ve dizlerime kadar gelen sarı çoraplar. Ablamın beni bu halde gördüğü anda, 'Civciv olmuşsun!' diyerek kahkaha atışı asla çıkmaz aklımdan. Ben ona gözlüklerim üzerinden dik dik bakarken de zamanın ne kadar çabuk geçtiğini; ne ara hazırlandığını bilmediğim pastamın önüme gelmesi ile kavramış ve ablamın sürekli olarak konuşup kafamı karıştırmasına aldırmadan tüm kelebeklerin bana ait olmasını dilemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
⚜ AUGUR - [osh+lhn]
Fiksi Penggemar"Her şey, kaderin korkunç bir sona doğru sürüklediği acımasız bir trajedinin parçasıydı." { 𐰽 } "Nasıl yani? Sen şimdi.. kendini tehlikeye mi attın?" "Yalnızca kendimi değil, tüm halkımı da öyle...