[on, geri zekâlı çinli]

181 33 13
                                    


yarının çarşamba olmasının rahatlığıyla, eve gider gitmez kendimi yatağıma bırakmıştım. her yerim ağrırken kendime düşünmek için süre bile tanımadan uykuya daldığımı hatırlıyorum.

uyanışım ise, beklenmedik bir şekilde oldu. son zamanlarda hayatımda yaşanan her şey gibi. titreşimde unuttuğum telefonum birkaç kez çalınınca, en küçük sese uyanma huyum yüzünden uykum bölündü. beni evime bırakan taeyong'un bir şeyler unutup beni aradığını düşünürken, bilmediğim bir numarayla karşılaştım. sessizce küfür ederek beni dördüncü kez arayan numarayı açtım. arayan yukhei'ydi.

"mark ben kayboldum." yorganın içine geri girerken telefonu yüzüme bıraktım ve gözlerimi kapatıp, sesimin bıkkınlığını hiç kontrol etmeden konuşmaya başladım:

"umrumda değil. deneye deneye bulursun yolunu." pes edip telefonu kapamasını beklerken, garip garip sesler çıkarmaya başladı. sarhoştu.

"geri zekâlı çinli. bilmediğin yerlerde ne diye tek başına sarhoş oluyorsun?" cevap olarak birkaç mırıldanma aldıktan sonra telefonu kulağımdan çekip saate baktım. sabahın beşiydi.

"başkalarını ara." yukhei'nin boğazını temizlediğini duydum, biraz hışırtılar geldikten sonra ses netleşti ve konuştu:

"onları arayamam. hendery numaramı engelledi zaten." yorganın içinden çıkarken, gidip ona yardım etmekten başka çarem olmadığı kafama tak etmişti.

"konum atabilecek kadar kafan yerindedir, di mi?" biraz mırıldandıktan sonra yüzüme kapadı ve ben de yatağımdan kalkıp aynaya yaklaşıp kendime baktım. makyajsız dışarı çıkmayalı uzun zaman olmuştu. makyajsız çirkin olduğumu biliyordum, o yüzden de asla insanlar beni öyle görsün istemiyordum. ama şimdi yukhei'ye yardım etmem gerekiyordu ve makyaj yapma bahanesiyle onu bekletemezdim.

telefonuma birkaç mesaj gelirken kontrol etme gereği duymadım, hazırlanırken bol bol söylenerek, son kez aynaya baktım. yüzümü kapaması için bir şapka takıp olabildiğinde aşağı indirdim. cüzdanımı cebime atarken telefonumu açtım ve az önce gelen bildirimlere baktım. yukhei konum atmış, bir de yazım yanlışlarıyla dolu birkaç mesaj göndermişti. mesajlarda, gelen geçen sarhoş teyzelerin dövmeleri yüzünden ona ters ters baktığını söylüyordu. kim bilir, dört derece havada üstüne ne giymişti de dövmeleri gözüküyordu. onu yanına gittiğimde görecektim.

-

gönderdiği konumu açtığımda, dövmeci dükkânının iki sokak yanındaki pasaj sokağı olduğunu gördüm. orada kaybolmayı başaran zeki çocuk eğer beynini kullanmayı unutacak kadar içmeseydi şu an evimde uyuyor olabilirdim. şapkamı sürekli yüzüme indirerek, ellerim cebimde yürürken, sokakta yukhei'yi arıyordum. normalde, kaybolmuş birini sokağın ortasında falan ararsınız, değil mi? bense çatılara korkuyla bakıyor, orada bir yerlerde olmaması için dua ediyordum.

gözümü etrafta gezdirirken, elektrik direğinin dibine çökmüş, sermayesini kaybetmiş gibi görünen birini fark ettim. üstünde kısa kollu bir tişört vardı. giydiği yırtık pantolondan da bacağındaki dövmeleri belli oluyordu. ellerimi cebimden çıkartırken yukhei'nin başında dikildim. beni fark etmemişti. bacağına tekme attığımda kafasını sallandırarak kaldırdı ve yüzüme baktı. anında gülmeye başlayıp kafasını direğe yasladı. aptal bir çocuğa benziyordu.

"mark! geldin!" kolundan tutup kaldırdığımda, bacaklarını kullanmayı unuttuğunu fark ettim. omzundan ittirerek direğe yasladım ve yoldayken aldığım kahveyi zorla içirdim. hayatımda bir sarhoşlarla uğraşmadığım kalmıştı.

kahveyi zorla içirtirken nefessiz kaldığı için bana birkaç kez vurdu ama umrumda değildi. sarhoş olup dükkânının iki sokak ötesinde kaybolduğunu zannedecek kadar enerjisi varsa, kahve yüzünden nefessiz kalacak enerjisi elbet vardır.

kahve bittiğinde kutuyu sıkıp, pantolonunun cebine tıkıştırdım ve kolunu omzuma dolayarak, daha az insanın olduğu bir sokağa girdim. birinin evinin önündeki merdivene yukhei'yi bırakırken cebindeki telefonu çıkardım ve hendery'nin numarasını bulup, kendi telefonumdan onu aradım.

hendery'nin uyanık olduğuna emindim. onda oyun oynayarak sabahlayan ergen tipi vardı.

ve yanılmadım. ikinci çalışta hendery hışırtılarla birlikte telefonu açtı.

"mark! gözüm yaşardı..." numaramı nereden bildiğini hiç sorgulamadan, bir gözüm yukhei'deyken asıl konuyu açtım:

"arkadaşın yukhei içip sokaklara düşmüş. pasajların olduğu sokakta kaybolduğunu zannediyordu. yanımda şu an, eviniz nerede?" hendery, hiç komiğime gitmeyen bu duruma güldüğünde yumruğumu sıktım ve yukhei'nin omzuna vurarak onu uyandırdım. bir de buz gibi taşta uyuyordu.

"ben sana konum atıyorum şimdi. ama evimiz mavi kapısı olan dairede, kafan karışmasın." nefesimi tutup telefonu kaparken, ekranı açık tuttum ve eğilerek yukhei'nin hizasına geldim. şu an sırası değildi, biliyorum. ama hâlâ benden güzeldi. burnu ve gözleri kıpkırmızıydı, yüzünde makyaj yoktu. dudakları kurumuştu, saçları dağılmış, gözünün önüne birkaç tel düşmüştü.

gözünü açıp yüzüme baktı ve benden izin almadan şapkamı kaldırdı. hemen şapkamı yüzüme geri indirirken yukhei omzumu sıkıp gülmeye başladı.

"utanıyorsun di mi yüzünden? birkaç kez fark ettim bunu. utanma." kafasına bir tane, fazla sert olmayan bir şekilde vurarak ayağa kalktığımda hendery'den mesaj geldi. yukhei'nin dediğini unutarak, kolunu tekrar omzuma attım ve bana fazla gelen cüssesini zar zor, çok yakındaki evine taşıdım.

yukhei, evinin sokağına girdiğimizde biraz kendine geldi. beklediğimin tersine, ağırlığını biraz daha bana verip, salak salak şeyler söylemeye başladı.

"çok kısasın mark." şapkamı düzeltip, hendery'nin bahsettiği kapının önünde dikildim. üçüncü katta oturduklarını söylemişti, zili çalıp açılmasını beklerken yukhei'nin çenesini kapamasını diledim.

"boşuna makyaj yapıyorsun. sevdiğinden olsa anlarım, ama sen kusur kapamak için yapıyorsun." kapının açılmasını beklerken sinirle kafamı yukhei'ye çevirdim ve göz göze geldik. baygın baygın bakıyordu. ama çok sarhoş değildi. kahveden sonra kendine gelmişti. keyfinden böyle yapıyordu.

"senin o sarhoş ağzına bir tane geçiririm şimdi. sus." kapı açıldığında içeriye ittirdim. belinden tutup merdivenleri çıkartırken bağırmaya devam etti.

"ama tatlı çocuksun. sertliklerini ciddiye alamıyorum." birinci kata çıktığımızda, sol taraftaki kapı açıldı ve saçı başı dağılmış biri çıktı. sertçe yüzüme bakıp, sessiz olmamız için bağırmaya başladı.

"gir lan evine. işim başımdan aşkın zaten." götümden soluyarak bitkin yüze baktığımda kapı sertçe yüzüme kapandı. üst kattan ayak sesleri geldi ve hendery sonunda yardım etme fikrini düşünebildi. koşarak yukhei'yi tuttu ve birlikte zar zor evlerine çıkardık.

yukhei'yi evin girişine fırlattığımızda ve yere düşüşünü gördüğümüzde hendery'le birbirimize bakıp iç çektik. terliklerini çıkartıp içeri girdi ve ayaklarıyla yukhei'yi ittirmeye başladı. oyun oynadığı, gözüken bilgisayardan anlaşılıyordu. pembe saçlarını toplamış, gözlük takmıştı. yüzünde ilk defa o renkli makyajlarından biri yoktu. ama hâlâ güzel gözüküyordu, en azından benden.

ellerimi enseme atıp kendime masaj yaparken merdivenin başına geldim. hendery gittiğimi fark edip bana bakınca konuşmam gerekmiş gibi hissettim:

"mark diye birini tanımıyorsunuz, tamam mı?" hendery gülüp kapıyı kaparken, hızla merdivenleri inmeye başladım. duvardaki küçük pencereden gördüğüm kadarıyla güneş doğuyordu.

uyanmayan şehir | lumarkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin