[on iki, kitapçı karşılaşması]

173 29 10
                                    


birkaç saat öncesinde burada yukhei'yle başıma gelenleri düşüne düşüne kitapçıların olduğu sokağı gezdim. saat biraz erken olduğu için, dükkânlar yeni yeni açılıyordu.

her seferinde geldiğim ve artık kişisel indirimler de görebildiğim kitapçının kapısında beklerken, kadının yardıma ihtiyacı olduğunu gördüm. anlaşılan geçtiğimiz günlerde yeni kitaplar gelmişti, kocaman bir koliyi taşımaya çalışıyordu. normalde böyle şeylere yardım eder miydim hiç bilmiyorum, ama içimden geldi ve dükkâna dalıp taşımaya çalıştığı yeri sorup, birkaç saniye içinde hallettim. kadın gülüp, elini omzuma vururken soğuk gözükmemeye çalışarak, saçlarımı düzelttim ve asıl kitaplıkların olduğu yere geçmek için basamakları çıktım.

dükkânın duvarları çok yüksekti, kitaplıklarsa duvarları kaplıyordu. küçük bir merdiven vardı, yani boyunuz yetmezse ona çıkıp istediğinizi arayabiliyordunuz. ama buranın en sevdiğim özelliği bu değildi. en hoşuma gideni, kasada çalışan ve buranın sahibi olan kadının, siz çağırmadıkça size karışmamasıydı. öyle ki, düşüp bayılmanız haricinde dönüp size bakmazdı bile. naziklikten mi yapıyordu yoksa gerçekten doğru olduğuna inandığı şey bu muydu hiç düşünmemiştim. düşünmek de planlarımda yoktu.

yazarlara göre ayrılmış kitapları incelerken içeri birinin girdiğini hissettim. dönüp bakmadım, o da bana bakmadı. sessizce istediğim yazarın kitabını ararken, gözüm benim merdivene çıkıp ulaştığım rafa kolunu uzatıp basitçe ulaşan kişiye takıldı. daha net görmek için kafamı çevirdiğimde, o kişinin yukhei olduğunu anladım. konuşmak istemiyordum, belki ona fark ettirmeden çıkmayı deneyip başarısız olabilirdim. ama böyle utanç verici bir şeyi yapmak yerine, kısa da olsa birazcık konuşmanın ve sonrasında o yokmuş gibi davranmanın iyi olacağını düşündüm.

yanına yaklaşırken üstündekilere baktım, ilk defa yazın ortasındaymış gibi giyinmemişti. oldukça kalın siyah bir kazağı vardı, gözlerinden çıkarmadığı lensler yerine şurup rengi gözlerini görebiliyordum şu an. biraz bu hâline şaşırarak yanında durdum ve elinde tuttuğu kitaplara bakarak konuştum:

"bugün annen mi giydirdi?" sesimle biraz sıçradıktan sonra gözlerini bana dikti ve birkaç saniye duraksadıktan sonra gülümsedi. gözlerini raflara geri çevirip işine devam ederken benimle konuştu:

"hendery benim kredi kartımla bana kıyafet almış. zorla giydirdi." onu dinlerken bakmayı düşündüğüm başka bir yazarın adını ararken duyduğum şeyle güldüm. hendery gülünç ve ciddiyetsiz biriydi.

"iyi yapmış. zatürre olsaydın evde senle uğraşacak o olurdu." kıkırdayıp, elindekilerin üstüne bir kitap daha ekledikten sonra yüzünü yüzüme yaklaştırıp konuşmaya başladı:

"sen uğraşmak ister miydin?" elimin tersiyle omzundan onu itip kendimden uzaklaştırırken gülümsedim. bu hareketi jeno yapsaydı döverdim, çünkü sinir biriydi. ama yukhei mentollü sigara kokusu haricinde beni o kadar da rahatsız etmiyordu. bacak bacak üstüne atmamı taklit etmesini de unutmayalım tabii.

"çocuk gibi şeyler söyleme. işim var." adı dikkatimi çeken birkaç kitabı konularını okumadan elimin üstüne dizerken, yukhei'yi görmeden önce durduğum yere geri döndüm. ben yer değiştirir değiştirmez, tahminimce alışverişi biten yukhei de arkamdan geldi ve ben eğilmiş kitaplara bakarken dirseğini omzuma yasladı. rahatsız olduğumu yalanlayamazdım, ama yapma deseydim bu sefer iki dirseğini de omzuma koyardı, bu yüzden bozuntuya vermeden işime devam ettim. bir süre sonra dirseğini çekip, eğilerek çenesini omzuma yasladı.

"ne arıyorsun?" yüzüne bile bakmadan omzumun üstüne bir yumruk sallama fikrini unutmaya çalışarak, onu cevapladım:

"kitap." gülüp, kafasını omzumda yan yatırırken aradığım kitabı buldum ve çıkartıp yukhei'ye gösterdim.

"biliyor musun?" mırıldanarak beni onayladığında biraz şaşırdım, ne bileyim, böyle konular hakkında cahil biri gibi gözüküyordu. ve bunu yüzüme yansıtmış olacağım ki, ikimiz de eğildiğimiz yerden kalkarken kaşlarını çatıp açıklama yapmaya başladı:

"rus dili ve edebiyatı okuyordum ben." unuttuğum bilgiyle kafamı sallarken biraz düşünce şeklimden dolayı utandım. ama biraz.

zaten o da çok utanmama izin vermeden konuşmaya devam etti:

"şiir okuyor musun çok?" omuzlarımı silkip gözlerine baktığımda buna vereceğim cevabı biraz düşündüm.

"yani... bilmem ki. çok anlamıyorum ne anlatmaya çalıştıklarını, genelde. fütüristleri anlayabiliyorum ama." dudaklarını büzüp yere bakarak kafasını salladığında güldüm ve elimdekileri artık evime götürebilmek için kasaya yürüdüm.








-
"şiir okuyor musun çok?" kültürlü amcı sözü

uyanmayan şehir | lumarkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin