[on üç, dövmecide devrim]

169 26 0
                                    


elimizde poşetlerle çıkarken, aramızdaki sessizlik sinirimi bozdu ve poşetin kolunu bileğime takıp, elimi cebime sokarken soğuk havayla yüzümü büzüp konuşmaya başladım:

"bugün dükkânı açmıyor musun?" söylediğimi, üç gramlık beyniyle yanlış anlamış olacak ki gülmeye başladı. ortamın saçmalığına dayanamadığım için ben de gülmeye başladım.

"öğleden sonra açıyorum bugün. sebebi, içerinin bali kokması. birileri kafa bulmasın." bir elimi cebimden çıkartıp atkımı düzeltirken üşümeyen yukhei'ye ters ters baktım. aslında üşümek benim için sorun değildi. ama yaz olsaydı ve şu an yüzüme çarpan rüzgâr yerine güneş olsaydı o zaman işler değişirdi.

"orayı yeni düzenliyorsun di mi? ne yaptın şimdi?" sormam onu sevindirmişti, buna biraz şaşırdım ama bozuntuya vermeden ellerini hareket ettirerek coşkuyla anlatışını dinledim.

"aslında direkt boyamak ya da her yeri posterle kaplamak konusunda kararsız kaldım. ama düşününce, dövme yaptığım odayı boyamaya, şamatanın döndüğü yeri de posterlerle kaplamaya karar verdim. içerideki oda boya kokarken milletin beklediği yer leş gibi bali kokuyor. kapıda jungwoo'yu bırakıp buraya geldim ben de." kaşım havaya kalkarken yüzümü ona çevirdim ve çeneme kadar gelen atkıyla konuşabildiğim kadarıyla konuştum:

"jungwoo'nun bekleyeceğinden emin misin? gitmesin yatırımın." gülüp omuzlarını silkti, ellerini cebine attı. açıkta kalan boynunun nasıl üşümediğini düşünmemek için kafamı önüme çevirdim.

"gidecek yeri mi var sanki. her yerde ders çalışıyor zaten." diyecek bir şey bulamadığımda omzuma vurdu ve konuşmaya devam etti:

"zamanın varsa uğra, yaptıklarımı göstereyim. bir de eklemek istediğim şeyler var, fikrini alırım." yüzündeki hevesi kırmak istemediğim için kafamla onayladım ve dövmeciye kadar hiç konuşmadan yürüdük.

-

dövmeciye geldiğimizde, jungwoo karşıdaki kafede oturmuş, notlarına bakıyordu. yukhei eliyle bana onu göstererek, ona en son söylediğim şeyleri çürüttü. gülerek dövmeciden içeri girerken jungwoo'ya el salladı ve onu gören jungwoo birkaç dakika içerisinde ortalıktan kayboldu.

yukhei sonunda önümden çekildiğinde etrafta gözlerimi gezdirdim. büyüklü küçüklü, bir sürü farklı şeyin posterini tüm duvarları kaplamıştı. bir tane bile boşluk yoktu. içeride odanın kapısını biraz daha açarak, orayı da görmemi sağladı. duvarları siyaha boyamıştı, oda şimdi eski hâlinden daha da boş görünüyordu. ben etrafa bakınırken havalandırmayı açarak kapıyı kapadı. içerisi ısınınca montumu çıkardım ve koltuğa oturdum. koltuk buz gibiydi ama çaktırmadım, yukhei bir oraya bir buraya giderken, eklenebilecek ne olabilir diye düşündüm. madem yardım istiyordu.

"baksana, jeno'dan yardım istedin di mi?" içerideki odadan geri dönerek kapıya yaslandı ve omuzlarını ovarak biraz düşündü.

"yani... istedim. ama jeno, jeno'dur işte. yok şu kadar para isterim, yok karşılığında öpüşürüz ama, diye diye yine her şeyi kendim yaptım." kollarımı göğsümde birleştirip kafamı koltuğun arkasına bıraktım ve yüzüne baktım. ironik bir şekilde gülüyordu. anlaşılan jeno insan ayırt etmeden herkesin sinirlerini bozuyordu.

"o zaman, ilk olarak elinin altında olmasını istediğin şeyleri düzenli göstermek için bir şeyler al. sonrasında dövmecilere girip girip çıkarsın ve fikirlerini çalarsın. kim fark edecek?" kahkaha atarak masanın üstündekileri ittirdi ve her zamanki gibi masanın üstüne oturdu. benim gibi bacak bacak üstüne attığında, tek olduğumuz için hiç çekinmeden gözlerimi devirdim. kollarını iki yana açıp, "ne var canım." dedikten sonra kollarını da benim gibi önünde birleştirip konuşmaya başladı:

"ama tam olarak nasıl bir şey istediğimi bilmiyorum. sade mi olsun yoksa koyu renklerde şeyler mi, ne demek istediğimi anlıyor musun?" söylediği şeye gülerek, kafamı yasladığım yerden çekmeden, aklıma gelen ilk şeylerle cevapladım:

"burayı şimdiye böyle yaptıysan bence cevabı sen de biliyorsun. koyu renkler tabii ki. sade şeyler garip durur, şu saatten sonra." bacaklarını sonunda düzeltip masadan kalktığında, içerideki odaya gidip birkaç dakika sonra geri geldi. üstünde garip duran -büyük ihtimalle onu bir parça kumaşla görmeye alıştığım içindi- kazağı çıkarmış, kısa kollu siyah bir tişört giyinmişti. her zamankinden.

göz kırpıp anahtarlarını masanın üstünden alırken kapıya doğru gitti. ben de koltuktan kalkıp montumu giyindim ve birlikte dükkândan çıktık. bana el sallayıp uzaklaşırken kapının önünde durup saate baktım. daha on buçuktu.

uyanmayan şehir | lumarkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin