Kapıyı açmak için sessizce çıkardığım anahtarlarımı kapı deliğine sokmuştum ki, kapının altına sıkıştırılmış beyaz bir zarf gözüme ilişti. Zarfı alıp açmaya gerek duymadan içeri girdim ve kapıyı sıkıca kapattım. Batu ve Oğuz sabaha karşı eve gelirlerdi, ben ise gece yarısı işten çıkıp kendimi eve atardım.
Önce anahtarlarımı ve beyaz zarfı kapının girişinde ki masanın üzerine koydum. Mutfağa yönelip kafein ihtiyacımı karşılamak adına, çaydanlığa su koyup ocağı yaktım.Dermanım kaldığı kadar ağır adımlarla odama geçtim. Kapımın hemen arkasında duran boy aynasında ki yansımama takıldı gözlerim. Dışım nasıl da güzeldi...
Buğulu gözlerimi sapsarı buklelerim den geçirdim önce, belime kadar uzanan sarı saçlara sahiptim. Her zaman saçlarımın tamamını mavi yapmak istemiştim. Belki de ilerleyen zamanlarda yapardım, şuan bunun için oldukça kararsızdım.
Gözlerimde maviydi aslında ama o kadar uzun zamandır donuk ve koyuydu ki göz bebeklerim, gözlerimi sevmekten vazgeçmiştim.
Gözlerimi aynada ki bana dikmiş öylece bakıyordum. Aptalca kendime bakıp içimi görebiliyordum. Görünüşüm, ne kadar da uzaktı içimde ki kadından, ne kadar da sıradandı.
Gülünce çıkan gamzelerim vardı ve ben hep gülerdim...Tüm gülüşlerim sahte birer kahkahaydı ama gamzelerimi severdim, bir de ellerimi..
Ellerim küçücüktü; beyaz tenimle muhteşem bir zıtlık oluşturur, hep koyu renk ojeler seçerdim; gece kadar karanlık, kan kadar kırmızı ve yalnızlık kadar mavi...
Siyah deri ve fırfırlı mini eteğimin kemerini çözüp fermuarını açtım. Eteğin ince bacaklarımdan kayıp gitmesine izin verdim. Etek bacaklarımdan kayıp giderken sol bacağımda ki dövmeyi de ortaya çıkarmıştı. Bacağımın arasına sakladığım bıçağımı yavaşça çıkartıp çalışma masamın üzerine fırlattım. Üzerimde ki bistüyeri çıkartarak çıplak tenimi seyrettim. Sağ göğsümün üzerinden kulağımın arkasına kadar uçuşan kuşlarım vardı. Kuşlarımı, çok sevdiğim bir yazarın beni anlatan bir sözüyle süslemiştim: "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.."
Ne yaşarsak oyduk aslında. Öldüğümüzde gözlerimizden akacak olan şey kendi hayatlarımızdı. Başkalarından gelecek acılara yer var mıydı sahi? Bir başkasının kararlarını yaşayabilecek kadar uzun muydu nefeslerimiz?Ölüm; gerçekti! Bu hayatta ki tek gerçek. Ölümü unutmak, yaşamayı da unutmak demek değil miydi? Yaşamak için -yaşayabilmek için- ölümü hatırlamak zorundaydım. Bu, aldığım nefesi daha da anlamlı kılıyordu.
Bu hayatta küçük takıntılarım vardı. Her takıntım, zamanla küçük birer dövmeye dönüşüp, bedenimin kıyılarında yerini almıştı. Çizmek, yazmak gibi değildi ki.
Yazabilmek için, insanın kendiyle konuşması gerekiyordu. Benim ise kendimle bile konuşmaya yüzüm yoktu. Aslında ben, kendime bir hayat borçluydum. Mutlu geçen bir çocukluk, sımsıcak bir aile,eşsiz bir aşk borçluydum.
Kendimle yaşadığım iç savaşı kaybetmek üzereyken dolan gözlerimi tekrar aynadaki yansımama çevirdim. İşaret parmağımla sağ bileğime çizilmiş dövmenin üzerinden geçtim. Sinemanın sessiz kahramanı Carlie Caplin, benim için en değerlisiydi. Çocukluğumda geceleri uyanıp, filmlerini gizlice açıp izler, bir kaç saat de olsa gülümserdim. Şimdilerde zihnimde, gerçekten güldüğüm ilk anıya sahip olduğu için, etime kazıdığım ilk silüet de oydu. Değerli ve öncelikliydi. Yüzümde oluşan tebessümle bir kez daha sahneleri zihnimde oynarken, avuçlarım çoktan bacaklarıma gitmişti.
Baş parmağım ile dövmemin saçlarını okşarken, çocukluğumu yaşamadan kadın olmalarım geldi gözümün önüne. Belki de bu yüzdendi Marilyn Monroe'nun ikinci silüet olması bedenimde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kaldırımdaki Kadın
Ficción General"Parmak uçlarına kadar yıpratılmış bir kadınım ben. Hani, kadınlığa yeni adım atanlardanım.. Ve yeni öğrenenlerden, aslında doğar doğmaz 'kadın' olduğunu bir kız çocuğunun bu ülkede. Saçlarıma papatlayalar konduracak bir adamı asla bulamayacaklard...