"Efendim?" dedi Calum, telefonuna Michael'dan gelen aramayı yanıtladığı sırada hızlıca ayağa kalktı. Arkasına dönüp bana omzunun üstünden minik bir bakış attı.
Onunla göz göze gelmek zaten zordu ama o an... daha önceki hiçbir şeyle kıyaslayamayacağım kadar güç geldi. Ben daha hem az önce hem de şu anda neler olduğunu anlayamamışken o çoktan önüne dönmüş, aceleyle salondan çıkmak için yürüyordu. Bir eli telefonunu sıkıca kavramış, öteki eli de çıkarken kapıyı kapatmak için kulbuna asılmıştı. Ardından kapıyı kendi hızlı hareketlerine rağmen nazikçe örttüğünde içeride sadece televizyon ışığı ile aydınlanan loşlukta ben ve belgeselin anlatıcısının sesi kaldık.
Birkaç saniye boyunca Calum'un arkasından bakakaldım. Gözlerim salonun kapalı olan kapısındaydı. Neden telefonu yanımda açıp konuşmadığına bir anlam verememiştim. Üstelik telefonun öteki tarafındaki kişinin benim de en yakın arkadaşım olduğu gerçeğini düşününce...
Sanki Calum hâlâ salonun girişinde duruyormuş gibi gözlerimi oraya sabitlemekten bir türlü vazgeçmediğimi anlamak benim için biraz zaman almıştı. Kendime gelmek için başımı hayali bir şekilde iki yana salladım. Dudaklarım bile şaşkınlıktan çok hafif aralık duruyordu, önüme dönene dek farkına varamamıştım. Bana her anlamda bir fazlalık gibi geldikleri için karnıma yapıştırdığım ellerimin içleri yanıyordu. Boğazım kupkuruydu.
Dakikalar önce Calum'un gözlerinin usulca dudaklarıma kaydığı anı hatırladığım her seferinde daha da çok kuruyordu sanki.
O anın büyülü etkisinden uzaklaşıp, yavaş yavaş gerçekliğe, içine demir attığım şimdinin ta kendisine dönüş yapmaya çabalayan zihnim, tıpkı çamurun içine saplanıp çıkmak için debelenen bir canlıyı andırıyordu. Hatırladıkça, üzerine düşündüğüm ufacık zaman diliminde kendimi daha da çok dibe çekiliyormuş gibi hissediyordum. Yüzüm, boynum, avuç içlerim yanıyordu.
Gerçekten... öpüşeceğimizi sanmıştım. Bir an için ikimizin de yüzümüze bakarken aklımızdan geçen tek düşünce bu gibi gelmişti. Yanılıyor olma ihtimalim de vardı ki... o da yeterince yüksek bir olasılıktaydı. Belgesel anlatıcısının millerce uzaktan geliyormuşçasına boğuk ve ırak duyulan bastırılmış sesi kafamın gerisindeyken, zihnimin ön tarafında Calum'un badem şeklindeki, loş karanlıkta gece karanlığı gibi siyah görünen gözlerinin dudaklarıma kadar inişi ve yeniden gözlerimizi buluşturması defalarca kez baştan yaşandı. Yalnızca belirli birkaç dakika aralığında takılı kalmış bir kaset gibi.
Avucumun birini kasılan karnımın üzerine bastırdım. Ardından dizlerimi kaldırıp bacaklarımı kendime çektim. Göğüs kafesimin önüne koruyucu bir cephe inşaa etmiştim sanki. Kalbim deli gibi çarpıyor, kontrolden çıkmış ritmi kulaklarımda uğulduyordu. Vücudumun tamamında dolaşması gereken kan yalnızca boynumdan yukarısında dönüp dolaşıyor, bedenimin geri kalanına ulaşamıyordu. Uyuşmuştum. Kollarım ve bacaklarım bir taş gibi soğuk ve ağırdı, buna rağmen avuç içlerimden resmen ter boşanıyordum.
Tanrım. Bütün bu hissettiklerime bakınca saçmalık gibi geliyordu. Aklımın bir tarafı beni resmen azarlıyordu, ki, nedensizce vicdanımın da aklım gibi ikiye bölünmüş parçalarından birisi ona hak payı veriyordu. Darien'dan yeni ayrılmıştım, fakülte binasını birbirine katacak türden bir kavga yaşanmasının sorumlusu bendim. Bunları düşünmem gerekiyor gibi geliyordu, hissettiklerimin tamamiyle bu olaylarla ilintili olması lazımdı. Oysaki burada oturmuş, belki de tamamiyle benim illüzyonum olan bir şeye karşı duyduğum o muazzam heyecanı yaşıyordum. Düşününce... kötü ve bencilce geliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
All The Bright Places || hood
FanfictionSayfadaki harfler, boyamayı asla öğrenemeyeceğim bazı renkler.