Calum'la şarj aletini benimle paylaşması konusunda çabuk sağlanan olumlu bir anlaşma yaşadıktan sonra, hâlâ ayaklarımda olan spor ayakkabılarımı çıkarmamı beklercesine karşımda durmaya devam etti. Bir süreliğine. Yaklaşık... beş saniye falan sürmüştü bu bekleyiş.
Beş dakika gibi hissettiren fakat aslında sadece beş saniye olan -rakam konusunda bu kadar spesifik olma nedenim içimden saymamdı- bu süre zarfının sonunda, ayakkabılarımı çıkartmamı beklediğini anlayabilmiştim. Mahcup bir tebessüm takınıp, "Ah, tabii," gibi o sırada kulağa sersemce ve anlamsız gelen bir şeyler mırıldandıktan sonra ayakkabılarımı çıkartma girişiminde bulunabildim. Bu kadar kolay bir şeyi anlayıp yapmak, hayatımda daha önce hiç bu denli zor hissettirmemişti.
Oysaki sadece birkaç dakika öncesine kadar çatık kaşlarımın altında ona dik bakışlar gönderen koyu mavi gözlerimi yüzüne kaldırmış, kendi çapında sunmuş olduğu özründen emin olmaya çalışıyordum.
Ben ayakkabılarımı çıkarırken, Calum da görmeyeceğimi sandığı kısa bir gülümseme takındı. Neden görmemi istemediğini düşündüğümü bilmiyordum. Görmememi nasıl sağlayabileceğini anlamadığım gibi. Arkasını dönmeden önce küçük gözlerini yere çevirişini ve dudaklarının iki yanının yukarı doğru gizlice kıvrılışını yakalamıştım. Muhtemelen ona alık gibi baktığım için içten içe benimle dalga geçiyordu. Bunu da gizlemeye çalışıyordu çünkü benden henüz özür dilemişti.
Arkasını dönerken, "İstediğin yerde oturup bekleyebilirsin," dedi. Dudakları hâlâ her an gülümseyebilirmiş gibi yukarı yönlü kıvrılmayı bekliyordu. "Ben içeriden şarj aletimi bulup getiriyorum. Keyfine bak."
"Peki."
Calum yanıtım üzerine sessizce başını sallayıp, elleri vücudunun yanlarında serbestçe salınacak şekilde holde adımlamaya başladı. Ödevimi almaya gittiği seferde izlediği yolun aynısını izledi. İlk önce uzun holü büyük adımları sayesinde çabuk bir şekilde yürüyüp bitirdi ve odası olduğunu düşündüğüm yöne dönüp, gözden tamamiyle kayboldu.
Üstelik neden arkasından bakıp da bunu seyrettiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Başımı hayali bir şekilde iki yana sallayıp, üstüme çöreklenmiş o saçma çekingenlikten kurtulmak için omuzlarımın duruşunu dikleştirdim. Gerçi bunu yapmak sırt çantamın içindeki kitapların ağırlığını hesaba katınca pek de mümkün olmuyordu. Bu yüzden mutfağın kemerli yapısından içeri adımlarken deri kayışları her iki omuzumdan da sıyırdım ve buzdolabının önüne bıraktım.
İçeri girdiğimde görüş açımı dolduran ilk şey, mutfak tezgâhı boyunca alabildiğine uzanan bulaşıklar oldu. Koyu renk mermer tezgâhın üstünde kirli tabaklar, birkaç boş Miller şişesi, üç tane üst üste yığılmış ve en üstte olanın kapağı geriye doğru açılmış, içindeki iki pizza dilimini açığa çıkaran pizza kutusu, boş bardaklarla kupalar vardı. Evyenin üzerinde bile bulaşık duruyordu.
"Tanrı aşkına," diye kendi kendime mırıldandım. Pek fazla öğrenci evi görmemiştim ama, her türlü bahse vardım ki Michael ve Calum'un dairesi içlerindeki en kötüsü olabilirdi. Dağınıklardı. Belli ki dağınık olmaktan da rahatsız olmuyorlardı. Evlerine benden başka gidip gelen insanlar bu ve benzeri başka bir manzarayla karşılaştıklarında ne düşünüyorlardı, çok merak ediyordum doğrusu.
Hırkamın kol ağızlarını dışarının serinliğinden üşüyen avuç içlerime kadar sündürürken, mutfağın sağ tarafında, duvara yakın bir yerde konumlandırılmış dört kişilik masaya yöneldim. Bir sandalye çekip oturdum. Elimden geldiğince darmadağın olmuş tezgâha bakmamaya çalışıyordum çünkü ne kadar çok bakarsam orayı temizlemek için içimi kemiren o güdüyü o kadar çok beslemiş olacaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
All The Bright Places || hood
FanfictionSayfadaki harfler, boyamayı asla öğrenemeyeceğim bazı renkler.